;
Şirketler ve kamu kurumlarında strateji ofisleri gözden düşüyor. Ancak stratejiden vazgeçmek, bugünü kurtarırken yarını kaybettiriyor.
Mutluluğun soyut bir arayış olduğu düşünülse de araştırmalar çağımız insanı için dört somut sütunun öne çıktığını gösteriyor: Sağlık, servet, seyahat ve mutluluk. Kısaca: SSSM.
Aile şirketlerinde baba–oğul gerilimi mirasın devrinden önce başlıyor. Sert rekabet, kırılgan dengeler ve sessiz ittifaklar yılların emeğini bir anda riske atabiliyor.
Üretken yapay zeka, sanayide verimliliği yüzde 50’ye kadar artırma potansiyeliyle üretimin doğasını kökten değiştiriyor; Türkiye’nin bu alanda stratejik adımlar atması kritik önem taşıyor.
ABD’nin arabuluculuğunda şekillenen Türkiye–Azerbaycan–Ermenistan “ön barış” anlaşması, Zengezur Koridoru’nun açılmasıyla Güney Kafkasya’nın jeopolitik haritasını değiştirme potansiyeli taşıyor. 99 yıllığına ABD’ye kiralanacağı iddia edilen hat; ticaret, enerji ve teknoloji akışını canlandırma vaadiyle öne çıkarken, Moskova ve Tahran’ın tepkisini çekiyor. Ancak bölgesel milliyetçi dalgalar ve Trump sonrası belirsizlikler fırsatın önündeki en büyük riskler olarak görülüyor.
Türkiye henüz nükleer silaha sahip değil. Ancak Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) verilerine göre, “nükleer eşik” sayılabilecek teknik potansiyele erişme yolunda adımlar atıyor
Türkiye’de birçok aile şirketi, ikinci kuşağa geçerken parçalanıyor. Çünkü patron, giderken yerine kimi koyacağını, kalan varlığın nasıl yönetileceğini açıkça belirlememiştir.
Kayıt dışı ekonomiyle mücadele sadece vergi toplamak değildir; bu, aynı zamanda devletin vatandaşına güven vermesiyle mümkündür. Sistemi anlamadan onu düzeltmek mümkün değil. Gölgeyi azaltmak için önce ışığı artırmak gerek. Bu ışık da ancak adaletli, şeffaf ve vatandaşını dinleyen bir yönetimle mümkün olabilir.
Enerji, 20’nci yüzyılda gücün kendisiydi. Petrol sahası olan hükmetti, doğal gazı kontrol eden pazarlık masasını kurdu.
Türkiye enerji sektörünün potansiyeli tartışılmaz; güneş, rüzgar, jeotermal, LNG altyapısı, nükleer girişimleri, enerji transit köprüsü rolü ve bölgesel oyunculuk iddiası… Bu potansiyelin yatırım, teknoloji ve istihdam yaratacak bir değere dönüşmesi içinse daha fazlasına ihtiyaç var.
Kaliteli liderlik, tıpkı nitelikli bir ürün gibi, ancak “talep” varsa ortaya çıkar. Türkiye’nin ve dünyanın asıl ihtiyacı yalnızca “yeni liderler” değil; yeni bir liderlik kültürüne hazır kurumlar, medya, iş dünyası, akademi ve seçmen.
Rusya ile yakınlaşsa da Çin’in Batı ile olan bağları çok daha derin ve değerli. Rusya’yla stratejik partnerlik görüntüsü verse de Washington ve Brüksel’le köprüleri atmamak için büyük özen gösteriyor.
Afrika hala dışa bağımlı, parçalanmış, yoksulluk ve güvensizlik içinde kıvranıyor. Buradaki çelişki anlaşılmadan, Batı’nın kalkınma söylemleri de, Çin’in borçlandıran altyapı diplomasisi de, Türkiye’nin insani odaklı Afrika vizyonu da tam olarak değerlendirilemez.
Bir zamanlar iş dünyasında bir el sıkışma, düzgün bağlanmış bir kravat ya da verilen bir söz yeterliydi. Bugün ise güven, yüzlerce sayfalık sözleşmelerle garanti altına alınıyor. Peki, centilmenlik öldü mü? Hayır, sadece dil değiştirdi. Yeni nesil centilmenler, zarafeti algoritmalar çağında yeniden tanımlıyor.
Ekonomik bağımsızlık mücadelesi 100 yıl önce İzmir İktisat Kongresi'yle başladı. Ancak bugün, 2030, 2053 ve 2071 gibi hedef yıllar lafta kalma riskiyle karşı karşıya. Gerçek kalkınma; sadece büyüme oranlarıyla değil, nitelikli eğitimle, güçlü kurumlarla, teknolojik atılımlarla ve toplumsal kapsayıcılıkla mümkün. Türkiye, günü kurtaran projeler yerine, geleceği inşa edecek stratejilere ve kapasiteye odaklanmak zorunda. Çünkü 2023 hedefleri kaçtı ama hâlâ zaman var: Geçmişin hayal kırıklıklarını tekrar etmemek için bugünden radikal bir kalkınma seferberliği başlatılmalı.
Genç bir diplomat olarak gri sabahlarında adım attığım Pekin, bana sadece Çin’i değil, dünyayı ve kendimi de yeniden anlamayı öğretti. Sessizlikte saklı bilgiden sofradaki stratejiye, sanatın dönüşümünden jeopolitiğin nabzına kadar uzanan bu yolculuk Türkiye’nin Çin’e yaklaşımında da yeni bir perspektif sunuyor: Ezber değil, sezgi; refleks değil, stratejiyle...
İklim krizi artık yalnızca çevresel değil; ekonomik, siyasi, toplumsal ve ruhsal bir çöküşe dönüşüyor. Dünya 1,5 derece eşiğini aştı, felaket yavaş değil hızlandırılmış geliyor. Sınır tanımayan bir tehdit karşısında hâlâ çıkar hesapları yapıyoruz. Zaman tükeniyor. Doğa bizi affedebilir ama unutmaz. Bu bir çevre meselesi değil, insanlık testi. Ya hatırlayacağız ya da kaybolacağız.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın elinde şu anda yalnızca 9 adet kiralık uçak, birkaç helikopter ve bazı insansız hava araçları bulunuyor.
Enerji sadece yerin altındaki rezervlerle değil, yapay zeka, yeşil finansman ve küresel diplomasiyle şekilleniyor. Türkiye, jeopolitik avantajına rağmen bu yeni oyunun kurallarını yazmak için kurumsal reform, küresel vizyon ve stratejik cesaret testinden geçiyor. TPAO’dan BGN Group’a, EÜAŞ’tan Karpowership’e kadar uzanan bu yolculukta soru net: Türkiye enerji süper ligine nasıl yükselecek?
Altın varaklı tabelalar olmadan da lüks olunabileceğini gösteren Bretz, kurucusu Özcan Ata'nın iç dünyasından süzülen tasarımlarla global bir yaşam felsefesine dönüşüyor. Londra’dan İstanbul’a, Endonezya’dan SoHo’ya yayılan bu zarif hikâye; zanaatla teknolojiyi, doğallıkla şiiri buluşturuyor. Çünkü lüks artık bağırmıyor, fısıldıyor.
Kitapla kurulan bağ, bir milletin hem hafızasını hem hayalini biçimlendirir. Ülkeler yol, baraj, teknoloji yatırımlarıyla değil; esas olarak beyin sermayesini nasıl besledikleriyle ayakta kalır.
Bazı ittifaklar sıcaktır ama içi boştur. Bazılarıysa buz gibidir fakat hayati derecede stratejiktir. Bugün Türkiye ile İsrail arasındaki ilişki, açıkça ikinci kategoriye giriyor: Dostluk değil ama karşılıklı mecburiyetin şekillendirdiği bir diplomatik soğukkanlılık.
Türkiye, Azerbaycan, İsrail ve Suriye arasındaki temas trafiği sadece doğal gazı değil, bölgesel dengeleri de hareketlendiriyor. Bakü'de varılan anlaşma, Türkiye'nin enerji koridoru rolünü güçlendirirken, jeopolitik etkisini artıran kritik bir adım olarak öne çıkıyor.
Bir şehir, yalnızca haritadaki bir koordinat değil; yaşayan, nefes alan, geçmişi ve geleceği olan bir varlıktır. Onu sıradanlıktan çıkarıp bir markaya dönüştüren şey; vizyon, hafıza ve kolektif çabadır.
İngiltere’nin yağmurlu temmuz günlerinin en az hava kadar sabit olan tek geleneği varsa, o da Wimbledon’dur. Ama Wimbledon’u sadece bir tenis turnuvası olarak görmek, Beethoven’ı yalnızca bir müzisyen sanmak gibidir.
Türkiye’nin son yirmi yılını şekillendiren en çarpıcı olgulardan biri, görünmez ama etkili bir “sessiz göç” hikâyesi. Bu sadece bir beyin göçü değil; aynı zamanda bir hayal, umut ve aidiyet göçü. Elazığ ve Mersin kökenli bir ailenin çocuğu olan Yunus’un hikâyesi, kalıpların ve beklentilerin dışında bir yerde başlıyor.
Ekranlarda görünmeden, alkış toplamadan, yalnızca cesareti ve vizyonuyla çağları değiştiren bir lider… Mehmet Emin Karamehmet, Türkiye ekonomisinin farklı damarlarında derin izler bırakan; bankacılıktan telekoma, enerjiden medyaya kadar onlarca alanda sessizce devrim yaratan bir girişimci.
Başarı, çoğu zaman sahip olduklarımızdan değil, yoklukla verdiğimiz mücadeleden doğar. Hayat, iş dünyası ve tarih avantaj gibi görünen unsurların nasıl köstek olabildiğini, dezavantaj gibi görünen koşulların ise insanı, kurumları ve toplumları nasıl dönüştürdüğünü defalarca gösterdi. Gerçek gelişim konfor alanından çıkıp eksiklerden güç devşirebilenlerin elindedir.
Dünyayı ileriye taşıyanlar; uslu, kurallara sadık, konfor alanında yaşayanlar değil… Çılgın fikirleri kovalayan, risk alan, tek başına yürümeyi göze alan liderlerdir.
23 yaşındaki milli raketimiz Zeynep Sönmez, Wimbledon’da yalnızca file önünde değil, Türkiye spor tarihi içinde de büyük bir eşiği geçti.
70 yıllık bekleyişin ardından devreye alınan Akkuyu Nükleer Santrali, Türkiye’nin enerji tarihinde bir dönüm noktası olduğu kadar dışa bağımlılık, kamu denetimi, yerli katılım ve jeopolitik riskler açısından da kritik soruları beraberinde getiriyor. Rosatom’un yüzde 49’luk hisseyi elden çıkarmaya hazırlanması ise hem yeni bir fırsat penceresi hem de ikinci perdenin nasıl yazılacağına dair bir sınav niteliğinde. Türkiye şimdi nükleer yolculuğunu yerli ortaklık, şeffaflık ve akılcı stratejilerle sürdürebilecek mi?
Herkes kazanmaktan söz ediyor. Peki ya kaybetmeyi bilmek? Gerçek karakter, düşerken gösterdiğimiz duruştan doğar. Kaybetmek bir son değil; yeniden başlamak için bir davettir. Gerçek dönüşüm çukurdan çıktığında başlar.
Potansiyel büyük ama risk de öyle: Türkiye, gençliğini ya özgürleştirici bir eğitimle geleceğe hazırlayacak ya da bir kez daha parlak bir kuşağı yitirecek.
Türkiye’nin “genç nüfus” avantajı sessizce eriyor. Doğurganlık oranı tarihsel dipte, evlilikler çözülüyor, gençler aile kurmaktan uzaklaşıyor. Hukuki dengesizlikler, ekonomik güvensizlik ve toplumsal yalnızlık demografik bir çöküşün habercisi. Artık sorun az çocuk değil, kaybolan güven. Türkiye yaşlanan bir toplum olma yolunda hızla ilerliyor.
Yeşil enerji yatırımları rekor kırarken, fosil yakıtlar hâlâ küresel sistemin omurgasını oluşturuyor. Dünya temiz enerjiye geçişte kararlı ama gerçekler, bu dönüşümün köprüden önce son çıkış değil; uzun, karmaşık ve hibrit bir geçiş süreci olduğunu gösteriyor.
Türkiye üzerine hesap yapan çok. Haritalar güncelleniyor, diplomatik senaryolar yazılıyor. Ama hiçbir plan; karşısında hazırlıklı, güçlü, dayanışma içinde ve vizyon sahibi bir Türkiye varsa, başarıya ulaşamaz.
Silahlar susuyor, ama asıl mücadele şimdi başlıyor: Orta Doğu'da barış, yalnızca savaşsızlık değil; temiz su, çalışan elektrik ve yeniden kurulan hayat demek. Türkiye ise kaynak değil vizyon sunarak bu büyük dönüşümde anahtar rol oynayabilir.
Eski Orta Doğu yok artık. Yerine, füzelerle temizlenmiş ama henüz akıl ve işbirliğiyle inşa edilmemiş bir stratejik boşluk var. Ve bu boşluk, yalnızca iki aktörün gölgesinde şekilleniyor: İsrail ve Türkiye.
Dünya petrolünün yaklaşık yüzde 20’sinin, LNG sevkiyatlarının ise üçte birinin geçtiği Hürmüz Boğazı, artan İran–İsrail gerilimiyle küresel tansiyonun odağında. ABD’nin bölgeye askeri yığınak yapması, ticari gemilere yönelik İHA ve füze saldırılarının artması enerji akışını tehdit ederken, olası bir çatışma senaryosu sadece bölgeyi değil, tüm dünya ekonomisini sarsabilir. Enerjide transit güvenliği yeniden masaya yatırılırken, Türkiye’nin doğu-batı enerji hatlarındaki rolü, krizi fırsata çeviren yeni bir jeostratejik avantaj yaratabilir.
Urla, antik Klazomenai’den bugüne şarabın kokusuyla yoğrulmuş toprakların adıdır. Zeytinyağından önce şarap vardı burada. Toprak hâlâ o kadim mirası taşıyor.
Düşman sizi ayakta tutar, dost yön verir. Biri sizi dirençli yapar, diğeri doğruya çeker. İşte bu denge kurulabildiğinde hem birey sağlamlaşır hem de devlet yükselebilir.
Enerji sadece bir kaynak değil, artık bir strateji testi. Atina’da düzenlenen Athens Energy Summit, LNG’nin yükselişiyle birlikte Güneydoğu Avrupa'nın enerji oyununun kenarından merkezine geçişini gözler önüne seriyor. Ancak asıl soru şu: Bu yeni merkezler bizi iklim dostu bir geleceğe mi taşıyacak, yoksa yeni bir fosil bağımlılığına mı sürükleyecek?
İsrail-İran çatışması sadece bölgesel bir gerilim değil, küresel güç dengelerini sarsacak yeni bir dönemin başlangıcı. Türkiye artık seyirci değil, oyunun aktif kurucusu olmak zorunda.
Türkiye’nin yeni dünya düzeninde nerede duracağına dair karar, bugünlerde veriliyor. Beklemeye tahammülü yok; acilen harekete geçmek zorundayız.
Yükseldikçe küçülürüz. Ve bu küçülme bizi özgürleştirir çünkü büyüklüğün kibir değil, farkındalık ve tevazu gerektirdiğini ancak orada, gökyüzünde anlayabiliriz.
Orta Doğu'da artan gerilimler sonrası açıklama ve notalarla yürütülen dış politika anlayışı artık iflas etmiş durumda. Türkiye, hem masada hem diplomasi sahasında çok yönlü, aktif ve sonuç odaklı bir anlayış ile hareket etmeli.
Türkiye, geçmişte olduğu gibi yine “denge” siyaseti izleyebilir. Ancak artık yalnızca tarafsız kalmak yeterli olmayabilir. Küresel düzenin yeniden şekillendiği bu dönemde, Türkiye’nin uluslararası pozisyonu yalnızca krizlere verdiği tepkilerle değil, proaktif çözüm üretme kapasitesiyle de belirleniyor.
Yeşil enerji devrimi, yavaş ama kararlı adımlarla ilerliyor. Ancak bu yürüyüş ne bir sprint ne de dümdüz bir otoban... Aksine, mehter marşı ritminde: iki adım ileri, bir adım geri.
Türkiye’de iş dünyası döviz kurundan vergi yüküne onlarca başlıkla boğuşurken, asıl kriz gözden kaçıyor: Nitelikli insan gücü. Ezberci sistem yetkin birey yetiştiremiyor; şirketler nitelikli insan bulamıyor. Eğer özel sektör eğitime sadece dışarıdan bakmaya devam ederse rekabet gücünü kaybetmek kaçınılmaz.
Dünyanın sınırları sallanıyor, yeniden çiziliyor. Haritalar, sadece kağıt üzerinde değil, sahada, masada, algoritmalarda yeniden kurgulanıyor.
Çin’i hâlâ ucuz işgücüyle özdeşleştirenler büyük resmi kaçırıyor. Artık karşımızda sadece ekonomik değil stratejik, teknolojik ve diplomatik bir güç var. Yeni nesil Çinliler; özgüvenli, dijital, küresel düşünen ama aynı zamanda milliyetçi ve seçici. Bu kuşağı anlayamayan iş yapamaz; Çin’i doğru okuyamayan geleceği kuramaz.
Jeopolitik sarsıntıların, iklim krizinin ve teknolojik devrimlerin yeniden tanımladığı bir dünyada, iş dünyası da köklü bir dönüşümün eşiğinde. Artık yalnızca kâr değil; sürdürülebilirlik, stratejik sezgi ve küresel etki gücü ön planda. Türk şirketleri bu yeni düzende sadece ayakta kalmayı değil, oyunun kurallarını yazmayı hedeflemeli.
Gümrük Birliği, ülkenin elini kolunu bağlayan bir “deli gömleği” olmamalı; ya dönüşmeli ya da yerini daha kapsayıcı ve egemenlik dostu bir modele bırakmalıdır.
Gençler ya umutlarını alıp gidiyor ya da içeride sessizce sönüyor. Seçim artık bizde: Ya önlerini açacağız ya da onları kaybedeceğiz.
“Hukukun üstünlüğü” – yüzyıllardır medeniyetin taşıyıcı kolonu, küresel düzenin temel ilkesi olarak anıldı. Ama artık ne çatışmaları, ne ticareti, ne ittifakları yöneten şey hukuk. Dünyayı yöneten şey güç.
Türkiye, stratejik bir kavşakta duruyor; Enerjiden savunmaya göç politikasından dijitale belirleyici olabilecek kapasiteye sahip. Ancak bu potansiyelin sürdürülebilir güce dönüşmesi için içeride hukukun üstünlüğü ve toplumsal güven gerekiyor.
Öngörülemez, cesur, hızlı, karizmatik; sistem dışı ama yerine göre sistem bozucu ya da sistem kurucu liderler... Klasik liderlik normlarını altüst eden bu figürler artık sadece istisna değil, küresel norm haline geliyor.
Bugün sokakta gördüğünüz her lüks araba başarı demek değil. Her pahalı saat, villa ya da tatil bir emek hikâyesi anlatmıyor.
Türkiye’nin ekonomik geleceği, artık yapısal reformlarla değil, köklü bir zihniyet devrimiyle şekillenecek. Bu devrim, yalnızca rakamlarla, bütçeyle, mali disiplinle değil; güvenle, adaletle ve ortak sorumlulukla inşa edilecek. Ve o devrimin başlangıç noktası da bence net: Devletin önce kendi aynasına bakması ve vatandaşına “hodri meydan” demesi.
“Kuzey Afrika’nın incisi Fas, yalnızca Endülüs’ten miras kalan mimarisi, mistik şehirleri ve çarşılarıyla değil; diplomatik ve ekonomik zekâsıyla da küresel sahnede dikkat çekiyor. Avrupa, Afrika ve Arap dünyasının buluştuğu bu Akdeniz ve Atlantik’e kıyısı olan eşsiz topraklar, yumuşak güçten akıllı diplomasiye, sürdürülebilir kalkınmadan küresel yatırımcı çekmeye kadar birçok alanda kendine has bir model geliştiriyor. Türkiye için ise hâlâ yeterince keşfedilmemiş ama büyük potansiyel barındıran bir ortak.”
Azerbaycan, son on yılda yalnızca askeri başarılarla değil; enerji diplomasisinde oynadığı rol, çok taraflı dış politika ustalığı ve stratejik denge becerisiyle dünya siyasetinde dikkat çeken bir oyuncuya dönüştü. Bu dönüşümün arkasında, satranç ustası gibi hamle yapan etkileyici bir lider var: İlham Aliyev.
Bir zamanlar otomobil almak kolaydı. Bayiye gider, bütçemize göre modeli, motor gücünü, rengi seçer; bazen de ikinci el piyasasından en sağlam alternatifi bulurduk. Bugünse artık bu basit tercih, yerini karmaşık bir geleceği okuma egzersizine bıraktı. Otomobil, bir ulaşım aracı olmanın çok ötesine geçti.
Dünya, köklü bir düzen değişikliğinin sancılarını yaşıyor. Sadece güç dengeleri değil, değerler sistemi, yönetim biçimleri ve hatta yaşam tarzları yeniden yazılıyor. Bu değişim rüzgârlarının merkezlerinden biri, hiç kuşkusuz Türkiye’nin de dahil olduğu Avrasya ve Ortadoğu hattı.
Antik dönemlerden bu yana dünya sahnesi güçlü ama öngörülemez liderlerle doludur: Cengiz Han’ın sertliği, Napolyon’un büyüklenmeci ihtirası, Hitler’in yok edici ideolojisi…
Dünya hızla değişiyor; jeopolitik krizler, ekonomik belirsizlikler ve teknolojik devrimler hayatlarımızı dönüştürüyor. Ancak bu koşuşturmanın ortasında unuttuğumuz bir şey var: Bugün gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece gelecek için mi var oluyoruz?
İnsanlık tarihi boyunca kimlik arayışı din ve millet ekseninde şekillenirken; Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet bu dengeyi farklı biçimlerde kurdu. Türkiye ise ümmet anlayışı ile ulus kimliği arasında sıkışmış, laiklik ve vatandaşlık temelinde ortak bir aidiyet arayışını hâlâ sürdürüyor.
PKK’nın kongre kararıyla feshedildiği açıklansa da ne bu kongrenin yapısı şeffaftır, ne karar mekanizması demokratik, ne de uygulanabilirliği güven vericidir.
İhanet, bir anda olmaz. Sinsice başlar, sessizce büyür ve en savunmasız anınızda sizi sırtınızdan hançerler. Bazen bir dostun gülüşünün ardına gizlenir, bazen bir evladın gözlerinizin içine bakarak söylediği yalanla. Kimi zaman devletlerin strateji belgelerinde, kimi zaman sevgililerin suskun gecelerinde yankılanır.
Tecrübeler, öğrenilen dersler artık sadece bize ait değil. Gençlerle, gelecek nesillerle paylaşılmayı bekleyen bir mirasa dönüşmeli.
Dünya sahnesinde artık sadece petrol, doğal gaz ve su kaynakları değil, otomobilin kendisi de stratejik bir jeopolitik unsur haline geldi. Bugün otomotiv sektörü; enerji politikaları, iklim hedefleri, veri güvenliği, dijitalleşme ve sanayi rekabetiyle doğrudan kesişen çok boyutlu bir güç arenası. Bu yeni oyunun kuralları, klasik üretim üslerini ve tedarik zincirlerini olduğu kadar ülkelerin siyasi konumlarını da yeniden şekillendiriyor.
Bir sabah… Gözünüzü açtınız, telefon çekmiyor, internet yok, asansör çalışmıyor, fabrikalar durmuş, hastaneler acil modda, arabanız çalışmıyor. Modern hayatın kalbi durmuş. Çünkü elektrik yok. İşte o zaman anlarız ki enerji, yalnızca sanayinin değil, yaşamın her anının can damarıdır. Ve artık bu damar yalnızca fosil yakıtlarla değil, yenilenebilir kaynaklarla beslenmeli. Güneş, rüzgâr, su… ama bir tanesi daha var ki, sessiz ama derinden gelen gücüyle dikkat çekiyor: Jeotermal enerji.
Petrolün gücünden yeşil elektriğin kudretine uzanan küresel satranç tahtasında taşlar yeniden diziliyor. Washington, Pekin, Brüksel ve Moskova’nın hamleleri artık sadece diplomatik koridorlarda değil; enerji ağlarında, karbon borsalarında ve silikon vadilerinde yapılıyor.
Türkiye’ye biçilen rol, ya Batı’nın sınır bekçiliği ya da bölgesel müdahale aracı olma yönünde evriliyor. Ama Türkiye bu gidişatı tersine çevirebilir.
Dünya kamuoyu Gazze, Ukrayna ve Güney Çin Denizi’ndeki sıcak krizlere kilitlenmişken, Orta Doğu’da sessiz fakat son derece önemli bir yeniden yapılanma yaşanıyor. Üstelik bu değişim, sınırlar ya da ordular üzerinden değil, petrol boru hatları, limanlar ve modern ekonomilerin atardamarı olan ham petrol üzerinden şekilleniyor.