;
Türkiye, geçmişte olduğu gibi yine “denge” siyaseti izleyebilir. Ancak artık yalnızca tarafsız kalmak yeterli olmayabilir. Küresel düzenin yeniden şekillendiği bu dönemde, Türkiye’nin uluslararası pozisyonu yalnızca krizlere verdiği tepkilerle değil, proaktif çözüm üretme kapasitesiyle de belirleniyor.
Yeşil enerji devrimi, yavaş ama kararlı adımlarla ilerliyor. Ancak bu yürüyüş ne bir sprint ne de dümdüz bir otoban... Aksine, mehter marşı ritminde: iki adım ileri, bir adım geri.
Türkiye’de iş dünyası döviz kurundan vergi yüküne onlarca başlıkla boğuşurken, asıl kriz gözden kaçıyor: Nitelikli insan gücü. Ezberci sistem yetkin birey yetiştiremiyor; şirketler nitelikli insan bulamıyor. Eğer özel sektör eğitime sadece dışarıdan bakmaya devam ederse rekabet gücünü kaybetmek kaçınılmaz.
Dünyanın sınırları sallanıyor, yeniden çiziliyor. Haritalar, sadece kağıt üzerinde değil, sahada, masada, algoritmalarda yeniden kurgulanıyor.
Çin’i hâlâ ucuz işgücüyle özdeşleştirenler büyük resmi kaçırıyor. Artık karşımızda sadece ekonomik değil stratejik, teknolojik ve diplomatik bir güç var. Yeni nesil Çinliler; özgüvenli, dijital, küresel düşünen ama aynı zamanda milliyetçi ve seçici. Bu kuşağı anlayamayan iş yapamaz; Çin’i doğru okuyamayan geleceği kuramaz.
Jeopolitik sarsıntıların, iklim krizinin ve teknolojik devrimlerin yeniden tanımladığı bir dünyada, iş dünyası da köklü bir dönüşümün eşiğinde. Artık yalnızca kâr değil; sürdürülebilirlik, stratejik sezgi ve küresel etki gücü ön planda. Türk şirketleri bu yeni düzende sadece ayakta kalmayı değil, oyunun kurallarını yazmayı hedeflemeli.
Gümrük Birliği, ülkenin elini kolunu bağlayan bir “deli gömleği” olmamalı; ya dönüşmeli ya da yerini daha kapsayıcı ve egemenlik dostu bir modele bırakmalıdır.
Gençler ya umutlarını alıp gidiyor ya da içeride sessizce sönüyor. Seçim artık bizde: Ya önlerini açacağız ya da onları kaybedeceğiz.
“Hukukun üstünlüğü” – yüzyıllardır medeniyetin taşıyıcı kolonu, küresel düzenin temel ilkesi olarak anıldı. Ama artık ne çatışmaları, ne ticareti, ne ittifakları yöneten şey hukuk. Dünyayı yöneten şey güç.
Türkiye, stratejik bir kavşakta duruyor; Enerjiden savunmaya göç politikasından dijitale belirleyici olabilecek kapasiteye sahip. Ancak bu potansiyelin sürdürülebilir güce dönüşmesi için içeride hukukun üstünlüğü ve toplumsal güven gerekiyor.
Öngörülemez, cesur, hızlı, karizmatik; sistem dışı ama yerine göre sistem bozucu ya da sistem kurucu liderler... Klasik liderlik normlarını altüst eden bu figürler artık sadece istisna değil, küresel norm haline geliyor.
Bugün sokakta gördüğünüz her lüks araba başarı demek değil. Her pahalı saat, villa ya da tatil bir emek hikâyesi anlatmıyor.
Türkiye’nin ekonomik geleceği, artık yapısal reformlarla değil, köklü bir zihniyet devrimiyle şekillenecek. Bu devrim, yalnızca rakamlarla, bütçeyle, mali disiplinle değil; güvenle, adaletle ve ortak sorumlulukla inşa edilecek. Ve o devrimin başlangıç noktası da bence net: Devletin önce kendi aynasına bakması ve vatandaşına “hodri meydan” demesi.
“Kuzey Afrika’nın incisi Fas, yalnızca Endülüs’ten miras kalan mimarisi, mistik şehirleri ve çarşılarıyla değil; diplomatik ve ekonomik zekâsıyla da küresel sahnede dikkat çekiyor. Avrupa, Afrika ve Arap dünyasının buluştuğu bu Akdeniz ve Atlantik’e kıyısı olan eşsiz topraklar, yumuşak güçten akıllı diplomasiye, sürdürülebilir kalkınmadan küresel yatırımcı çekmeye kadar birçok alanda kendine has bir model geliştiriyor. Türkiye için ise hâlâ yeterince keşfedilmemiş ama büyük potansiyel barındıran bir ortak.”
Azerbaycan, son on yılda yalnızca askeri başarılarla değil; enerji diplomasisinde oynadığı rol, çok taraflı dış politika ustalığı ve stratejik denge becerisiyle dünya siyasetinde dikkat çeken bir oyuncuya dönüştü. Bu dönüşümün arkasında, satranç ustası gibi hamle yapan etkileyici bir lider var: İlham Aliyev.
Bir zamanlar otomobil almak kolaydı. Bayiye gider, bütçemize göre modeli, motor gücünü, rengi seçer; bazen de ikinci el piyasasından en sağlam alternatifi bulurduk. Bugünse artık bu basit tercih, yerini karmaşık bir geleceği okuma egzersizine bıraktı. Otomobil, bir ulaşım aracı olmanın çok ötesine geçti.
Dünya, köklü bir düzen değişikliğinin sancılarını yaşıyor. Sadece güç dengeleri değil, değerler sistemi, yönetim biçimleri ve hatta yaşam tarzları yeniden yazılıyor. Bu değişim rüzgârlarının merkezlerinden biri, hiç kuşkusuz Türkiye’nin de dahil olduğu Avrasya ve Ortadoğu hattı.
Antik dönemlerden bu yana dünya sahnesi güçlü ama öngörülemez liderlerle doludur: Cengiz Han’ın sertliği, Napolyon’un büyüklenmeci ihtirası, Hitler’in yok edici ideolojisi…
Dünya hızla değişiyor; jeopolitik krizler, ekonomik belirsizlikler ve teknolojik devrimler hayatlarımızı dönüştürüyor. Ancak bu koşuşturmanın ortasında unuttuğumuz bir şey var: Bugün gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece gelecek için mi var oluyoruz?
İnsanlık tarihi boyunca kimlik arayışı din ve millet ekseninde şekillenirken; Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet bu dengeyi farklı biçimlerde kurdu. Türkiye ise ümmet anlayışı ile ulus kimliği arasında sıkışmış, laiklik ve vatandaşlık temelinde ortak bir aidiyet arayışını hâlâ sürdürüyor.
PKK’nın kongre kararıyla feshedildiği açıklansa da ne bu kongrenin yapısı şeffaftır, ne karar mekanizması demokratik, ne de uygulanabilirliği güven vericidir.
İhanet, bir anda olmaz. Sinsice başlar, sessizce büyür ve en savunmasız anınızda sizi sırtınızdan hançerler. Bazen bir dostun gülüşünün ardına gizlenir, bazen bir evladın gözlerinizin içine bakarak söylediği yalanla. Kimi zaman devletlerin strateji belgelerinde, kimi zaman sevgililerin suskun gecelerinde yankılanır.
Tecrübeler, öğrenilen dersler artık sadece bize ait değil. Gençlerle, gelecek nesillerle paylaşılmayı bekleyen bir mirasa dönüşmeli.
Dünya sahnesinde artık sadece petrol, doğal gaz ve su kaynakları değil, otomobilin kendisi de stratejik bir jeopolitik unsur haline geldi. Bugün otomotiv sektörü; enerji politikaları, iklim hedefleri, veri güvenliği, dijitalleşme ve sanayi rekabetiyle doğrudan kesişen çok boyutlu bir güç arenası. Bu yeni oyunun kuralları, klasik üretim üslerini ve tedarik zincirlerini olduğu kadar ülkelerin siyasi konumlarını da yeniden şekillendiriyor.
Bir sabah… Gözünüzü açtınız, telefon çekmiyor, internet yok, asansör çalışmıyor, fabrikalar durmuş, hastaneler acil modda, arabanız çalışmıyor. Modern hayatın kalbi durmuş. Çünkü elektrik yok. İşte o zaman anlarız ki enerji, yalnızca sanayinin değil, yaşamın her anının can damarıdır. Ve artık bu damar yalnızca fosil yakıtlarla değil, yenilenebilir kaynaklarla beslenmeli. Güneş, rüzgâr, su… ama bir tanesi daha var ki, sessiz ama derinden gelen gücüyle dikkat çekiyor: Jeotermal enerji.
Petrolün gücünden yeşil elektriğin kudretine uzanan küresel satranç tahtasında taşlar yeniden diziliyor. Washington, Pekin, Brüksel ve Moskova’nın hamleleri artık sadece diplomatik koridorlarda değil; enerji ağlarında, karbon borsalarında ve silikon vadilerinde yapılıyor.
Türkiye’ye biçilen rol, ya Batı’nın sınır bekçiliği ya da bölgesel müdahale aracı olma yönünde evriliyor. Ama Türkiye bu gidişatı tersine çevirebilir.
Dünya kamuoyu Gazze, Ukrayna ve Güney Çin Denizi’ndeki sıcak krizlere kilitlenmişken, Orta Doğu’da sessiz fakat son derece önemli bir yeniden yapılanma yaşanıyor. Üstelik bu değişim, sınırlar ya da ordular üzerinden değil, petrol boru hatları, limanlar ve modern ekonomilerin atardamarı olan ham petrol üzerinden şekilleniyor.