İklim sınır tanımıyor, felaket kaçınılmaz gibi
İklim krizi artık yalnızca çevresel değil; ekonomik, siyasi, toplumsal ve ruhsal bir çöküşe dönüşüyor. Dünya 1,5 derece eşiğini aştı, felaket yavaş değil hızlandırılmış geliyor. Sınır tanımayan bir tehdit karşısında hâlâ çıkar hesapları yapıyoruz. Zaman tükeniyor. Doğa bizi affedebilir ama unutmaz. Bu bir çevre meselesi değil, insanlık testi. Ya hatırlayacağız ya da kaybolacağız.
28 Temmuz 2025, 14:51
Güncelleme: 28 Temmuz 2025, 15:05
Giderek vahim hale gelmekte olan iklim değişikliği artık yalnızca atmosferde yaşanmıyor.
Ekonomide, siyasette, tarımda, göçte, sağlığımızda ve ruhumuzda da hissedilir ölçüde yaşanıyor. Bu, sadece sıcak hava dalgaları, kuruyan göller ya da yükselen deniz seviyesi değil; uygarlığın bizzat kendisinin krizi. Ve her geçen gün derinleşiyor, kuşkunuz olmasın daha da derinleşecek.
Şunu kafamıza nakşetmemiz gerekiyor: İklim ne sınır tanır, ne pasaport. Ne doğusu vardır ne batısı. Afrika’da kuruyan bir toprak Avrupa’da fiyatları yükseltir; Latin Amerika’daki buzulların erimesi Asya’da sel olur. Avustralya’daki yangın, Akdeniz’de nem dengesini değiştirir.
Sınırların ve bayrakların hükmünü yitirdiği bu çağda, doğa hâlâ en evrensel “küresel vatandaş”tır.
Ama bu kadar sınır tanımayan bir kriz karşısında biz hâlâ sınırlarla, çıkarlarla, oy hesaplarıyla hareket ediyoruz. Kısır döngünün içine hapsolmuş bir insanlık hâlindeyiz.
2025 yılı itibarıyla dünya hâlâ Paris İklim Anlaşması’nın çok gerisinde. Küresel sıcaklık artışı 1.5 derece hedefini aştı. BM, IPCC, COP zirveleri, bildiriler, taahhütler… Hepsi var ama sonuç yok. Çünkü hâlâ “gönüllülük esaslı”, “esnek geçiş” anlayışıyla ilerliyoruz.
Sanki zamanımız varmış gibi yavaş davranıyoruz.
Oysa zaman tükendi. Felaket yavaş değil, hızlandırılmış geliyor.
Yalnızca iyi niyetle bu gidişat değişmiyor, değişmez. Karbon emisyonunu azaltmayan, yeraltı su kaynaklarını hoyratça kullanan, doğayı kirleten her ülke ve şirket, aslında hepimizin yaşam hakkını ihlal ediyor. Artık küresel çevre güvenliği, uluslararası ceza hukuku gibi işlerlik kazanmalı. Yaptırımlar, yükümlülükler ve denetim mekanizmaları güçlendirilmeli.
Ama burada başka bir tehdit de büyüyor: Yeşil emperyalizm.
Çevre koruma bahanesiyle gelişmiş ülkelerin kendi teknolojilerini, standartlarını ve ekonomik çıkarlarını dünyaya dayatmaları… Yüzyıllarca sanayi devrimiyle atmosfere karbon pompalayanlar, şimdi kalkınma yolundaki ülkelere “sıfır emisyon dayatması” yapıyor. Bu ne ahlaki ne de stratejik açıdan sürdürülebilir.
Bakınız veriler ne söylüyor:
• ABD: %13,5
• Avrupa Birliği (27 ülke): %7,5
• Hindistan: %7,3
• Rusya: %4,7
• Japonya: %2,8
• Türkiye: %1,1
• Afrika kıtası (toplam): %3’ün altında
Yani, Çin-ABD-AB yüzde 50’nin üzerinde gezegenimizi kirletirken koskoca Afrika kıtası yüzde 3 bile değil; tarihsel olarak da güncel olarak da iklim krizinin failleri arasında yer almıyor. Ancak kuraklık, açlık, göç ve sellerle en büyük bedeli onlar ödüyor.
Türkiye de bu denklemin içinde. Sanayileşmiş ülkelere kıyasla çok düşük bir emisyona sahip ama iklim değişikliğinden en sert etkilenecek coğrafyalardan birisiyiz. Hatay-Mersin-Antalya hattı çölleşme yolunda. Üstelik büyüme adına yaptığımız bazı tercihlerle doğayı bile bile tüketiyoruz, katlediyoruz.
Zeytinlikleri maden sahalarına çeviriyoruz. Sulak alanlara beton döküyoruz. Ovaları lüks villalara feda ediyoruz. Tarım topraklarına kimyasallar sızıyor. Denizlerimiz, göllerimiz, ormanlarımız korumak bir yana kirletiliyor, yok ediliyor.
Ve sonuçta sadece doğayı değil, kendi bedenimizi ve ruhumuzu da zehirliyoruz. Kanser vakaları artıyor. Çocuklarımız alerjik, solunum sorunlarıyla doğuyor. Yediklerimizle, içtiğimizle hasta oluyoruz.
Ama daha da tehlikelisi, doğayla bağımızı kaybettik.
Zihinsel, kültürel ve ahlaki bir felç yaşıyoruz.
Geçenlerde, dünya çapında saygın bir nöroloji uzmanı olan dostum Dr. Egemen Vardarlı ile bu konuyu konuştuk. Çok çarpıcı bir benzetme yaptı:
“Zihin yavaş yavaş silinir. Önce detaylar gider, sonra aynaya baktığında tanımadığın birine dönüşürsün. Doğa da böyle… Önce kuşlar susar, göller kaybolur. En son seni tanımaz olur. Çünkü sen onu çoktan unutmuşsundur.”
Evet, doğa bizi affedebilir ama unutmaz.
Bugün uyarıyor. Ama bir gün geri dönülmez biçimde sırtını dönerse, geriye yalnızca şu soru kalır:
Ayakta kalabilecek miyiz?
Bu artık çevrecilerin ya da akademisyenlerin meselesi değil.
Bu bir beka meselesi. Bir insanlık testi.
Eğer çocuklarımıza hâlâ yaşanabilir bir dünya bırakmak istiyorsak:
– Enerji-su-gıda güvenliğini merkez alan yeni bir kalkınma stratejisi oluşturmalıyız.
– Beton ve rant yerine doğayla barışık kent planlamaları yapmalıyız.
– Eğitim sistemimiz toprağa dokunmayı, suya saygıyı, canlılara empatiyi öğreten bir temele kavuşmalı.
– “Karbon ayak izi” kadar “vicdan ayak izimizi” de azaltmalıyız.
Ve artık çok az zamanımız kaldı.
Gerçek dönüşüm bireyden başlar, topluma yayılır, devlete yansır.
Bu değişimi ya biz gerçekleştireceğiz ya da doğa bizsiz yoluna devam edecek.
Karar bizim. Ama süre dolmak üzere.
Ekonomide, siyasette, tarımda, göçte, sağlığımızda ve ruhumuzda da hissedilir ölçüde yaşanıyor. Bu, sadece sıcak hava dalgaları, kuruyan göller ya da yükselen deniz seviyesi değil; uygarlığın bizzat kendisinin krizi. Ve her geçen gün derinleşiyor, kuşkunuz olmasın daha da derinleşecek.
Şunu kafamıza nakşetmemiz gerekiyor: İklim ne sınır tanır, ne pasaport. Ne doğusu vardır ne batısı. Afrika’da kuruyan bir toprak Avrupa’da fiyatları yükseltir; Latin Amerika’daki buzulların erimesi Asya’da sel olur. Avustralya’daki yangın, Akdeniz’de nem dengesini değiştirir.
Sınırların ve bayrakların hükmünü yitirdiği bu çağda, doğa hâlâ en evrensel “küresel vatandaş”tır.
Ama bu kadar sınır tanımayan bir kriz karşısında biz hâlâ sınırlarla, çıkarlarla, oy hesaplarıyla hareket ediyoruz. Kısır döngünün içine hapsolmuş bir insanlık hâlindeyiz.
2025 yılı itibarıyla dünya hâlâ Paris İklim Anlaşması’nın çok gerisinde. Küresel sıcaklık artışı 1.5 derece hedefini aştı. BM, IPCC, COP zirveleri, bildiriler, taahhütler… Hepsi var ama sonuç yok. Çünkü hâlâ “gönüllülük esaslı”, “esnek geçiş” anlayışıyla ilerliyoruz.
Sanki zamanımız varmış gibi yavaş davranıyoruz.
Oysa zaman tükendi. Felaket yavaş değil, hızlandırılmış geliyor.
Yalnızca iyi niyetle bu gidişat değişmiyor, değişmez. Karbon emisyonunu azaltmayan, yeraltı su kaynaklarını hoyratça kullanan, doğayı kirleten her ülke ve şirket, aslında hepimizin yaşam hakkını ihlal ediyor. Artık küresel çevre güvenliği, uluslararası ceza hukuku gibi işlerlik kazanmalı. Yaptırımlar, yükümlülükler ve denetim mekanizmaları güçlendirilmeli.
Ama burada başka bir tehdit de büyüyor: Yeşil emperyalizm.
Çevre koruma bahanesiyle gelişmiş ülkelerin kendi teknolojilerini, standartlarını ve ekonomik çıkarlarını dünyaya dayatmaları… Yüzyıllarca sanayi devrimiyle atmosfere karbon pompalayanlar, şimdi kalkınma yolundaki ülkelere “sıfır emisyon dayatması” yapıyor. Bu ne ahlaki ne de stratejik açıdan sürdürülebilir.
Bakınız veriler ne söylüyor:
Küresel karbon emisyonları
• Çin: %29,2• ABD: %13,5
• Avrupa Birliği (27 ülke): %7,5
• Hindistan: %7,3
• Rusya: %4,7
• Japonya: %2,8
• Türkiye: %1,1
• Afrika kıtası (toplam): %3’ün altında
Yani, Çin-ABD-AB yüzde 50’nin üzerinde gezegenimizi kirletirken koskoca Afrika kıtası yüzde 3 bile değil; tarihsel olarak da güncel olarak da iklim krizinin failleri arasında yer almıyor. Ancak kuraklık, açlık, göç ve sellerle en büyük bedeli onlar ödüyor.
Türkiye de bu denklemin içinde. Sanayileşmiş ülkelere kıyasla çok düşük bir emisyona sahip ama iklim değişikliğinden en sert etkilenecek coğrafyalardan birisiyiz. Hatay-Mersin-Antalya hattı çölleşme yolunda. Üstelik büyüme adına yaptığımız bazı tercihlerle doğayı bile bile tüketiyoruz, katlediyoruz.
Zeytinlikleri maden sahalarına çeviriyoruz. Sulak alanlara beton döküyoruz. Ovaları lüks villalara feda ediyoruz. Tarım topraklarına kimyasallar sızıyor. Denizlerimiz, göllerimiz, ormanlarımız korumak bir yana kirletiliyor, yok ediliyor.
Ve sonuçta sadece doğayı değil, kendi bedenimizi ve ruhumuzu da zehirliyoruz. Kanser vakaları artıyor. Çocuklarımız alerjik, solunum sorunlarıyla doğuyor. Yediklerimizle, içtiğimizle hasta oluyoruz.
Ama daha da tehlikelisi, doğayla bağımızı kaybettik.
Zihinsel, kültürel ve ahlaki bir felç yaşıyoruz.
Geçenlerde, dünya çapında saygın bir nöroloji uzmanı olan dostum Dr. Egemen Vardarlı ile bu konuyu konuştuk. Çok çarpıcı bir benzetme yaptı:
“Zihin yavaş yavaş silinir. Önce detaylar gider, sonra aynaya baktığında tanımadığın birine dönüşürsün. Doğa da böyle… Önce kuşlar susar, göller kaybolur. En son seni tanımaz olur. Çünkü sen onu çoktan unutmuşsundur.”
Evet, doğa bizi affedebilir ama unutmaz.
Bugün uyarıyor. Ama bir gün geri dönülmez biçimde sırtını dönerse, geriye yalnızca şu soru kalır:
Ayakta kalabilecek miyiz?
Bu artık çevrecilerin ya da akademisyenlerin meselesi değil.
Bu bir beka meselesi. Bir insanlık testi.
Eğer çocuklarımıza hâlâ yaşanabilir bir dünya bırakmak istiyorsak:
– Enerji-su-gıda güvenliğini merkez alan yeni bir kalkınma stratejisi oluşturmalıyız.
– Beton ve rant yerine doğayla barışık kent planlamaları yapmalıyız.
– Eğitim sistemimiz toprağa dokunmayı, suya saygıyı, canlılara empatiyi öğreten bir temele kavuşmalı.
– “Karbon ayak izi” kadar “vicdan ayak izimizi” de azaltmalıyız.
Ya hatırlayacağız ya kaybolacağız
İklim kader değil ama eylemsizlik kesin bir felaket.Ve artık çok az zamanımız kaldı.
Gerçek dönüşüm bireyden başlar, topluma yayılır, devlete yansır.
Bu değişimi ya biz gerçekleştireceğiz ya da doğa bizsiz yoluna devam edecek.
Karar bizim. Ama süre dolmak üzere.