Evliliğin çöküşü ve sessiz demografik kriz: Nereye gidiyoruz?
Türkiye uzun yıllar boyunca “genç nüfus avantajı”nı bir kalkınma silahı olarak gördü. İç pazarın canlılığı, sanayinin ucuz iş gücüne erişimi ve dinamik sosyal yapının temelinde bu demografik yapı vardı. Ancak bu avantaj elimizden hızla kayıp gidiyor. Artık büyüyen değil, yaşlanan bir nüfusa dönüşüyoruz. Sessiz ve derin bir krizle karşı karşıyayız: doğurganlık oranları hızla düşüyor, evlilik kurumu çözülüyor, gençler aile kurmaktan uzaklaşıyor.
Kriz rakamlarla büyüyor
TÜİK’in 2025 Haziran verilerine göre Türkiye’de kadın başına düşen ortalama çocuk sayısı 1,47’ye geriledi. Bu oran, nüfusun kendini yenileyebilmesi için gerekli olan 2,1 seviyesinden dramatik şekilde uzak. Daha da çarpıcısı, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerde bu oran 1,2’nin altına inmiş durumda. OECD ortalamasının da gerisine düşen Türkiye, artık “doğurganlıkta çöküş yaşayan ülkeler” ligine adım atıyor.
Kimi çevreler, bu düşüşü refah artışının doğal sonucu olarak yorumlasa da gerçek çok daha karmaşık: ekonomik endişeler, toplumsal güvensizlik, hukuki riskler ve kültürel kopuşlar evliliği ve çocuk sahibi olmayı neredeyse rasyonel olmayan tercihler haline getiriyor.
Gençler neden evlenmiyor, neden çocuk yapmıyor?
Evlilik, artık birçok genç kadın ve erkek için romantik bir birliktelikten çok bir risk portföyü olarak görülüyor. Özellikle şehirli ve eğitimli kesimlerde “evliliğin değeri” sorgulanıyor. Aile kurmak, artık bir ideal değil, ertelenen veya tamamen dışlanan bir hedef haline geldi.
Erkek cephesi:
Süresiz nafaka yükümlülüğü,
Çocukla ilişki kuramama korkusu,
Kadının beyanının tek başına delil sayılması,
Boşanmalarda orantısız mal paylaşımı gibi konular erkeklerde evlilikten uzak durma refleksi yaratıyor.
Birçok erkek, duygusal ve ekonomik yatırım yapmanın sonunda adaletsizce cezalandırılacağına inanıyor. Bu da, sağlıklı ilişkiler kurma iradesini zedeliyor.
Kadın cephesi:
Kadınlar ise evlilikte duygusal emek, ev içi yük ve kariyerle aile arasında sıkışmışlık gibi nedenlerle evlilikten uzak duruyor. Erkeklerin sorumluluk almaktan kaçınması, güvenlik ve istikrar beklentilerini karşılamamaları kadınları giderek yalnızlaştırıyor. Özetle: iki taraf da mutsuz, güvensiz ve kırgın.
Hukuki dengesizlikler: Korurken kırmak
Kadınları korumak için geliştirilen düzenlemeler, kuşkusuz tarihsel eşitsizlikleri gidermek açısından çok önemliydi. Ancak hukuk, teraziyi her iki taraf için de dengede tutmak zorunda. Aksi takdirde koruma amacıyla getirilen kurallar, yeni mağduriyetler doğurabiliyor:
“Kadının beyanı esastır” ilkesi, delile dayandırılmadığında masumiyet karinesini zedeliyor.
Süresiz nafaka, özellikle kısa süreli evliliklerde, erkeklerde “ömür boyu cezalandırılma” algısına neden oluyor.
Çocuk velayeti çoğunlukla annede kaldığı için, babalar çocuklarından koparıldıklarını hissediyor.
Tüm bunlar sadece erkeklerde değil, kadınlarda da “yalnız kalacağım” ve “adalet bulamayacağım” korkusunu derinleştiriyor. Oysa evlilik karşılıklı güven ister. Güvenin olmadığı yerde ne aşk kalır ne bağlılık.
Sosyal medya ve tüketim çağında aile
Modern çağda sosyal medya, flört uygulamaları, hiper-bireycilik ve “hemen tatmin” kültürü ilişkilerin doğasını dönüştürdü. Sadakat, sabır, fedakârlık gibi değerler “modası geçmiş” algısı taşıyor. Bu kültür, evliliği “sürdürülebilir bir ortaklık” olmaktan çıkarıp “keyfi bir deneyim” haline getiriyor.
Kadınların ekonomik olarak bağımsızlaşması ise olumlu bir gelişme olmakla birlikte, bazı erkeklerde “gereksizleştim” hissi yaratıyor. Bu da ilişkileri çatışmacı ve güvensiz hale getiriyor.
Aile kurumunun zayıflamasının merkezinde; yalnızlık, korku ve bireysel tatminin mutlaklaştırılması yatıyor.
Peki kimler çocuk yapıyor?
Genel doğurganlık düşerken, bazı kesimlerde hâlâ yüksek:
Düşük gelirli, entegrasyonu sınırlı göçmen topluluklar
Eğitim düzeyi düşük, geleneksel yapıya bağlı kesimler
Nüfus planlaması değil, inanç ve kader anlayışıyla hareket eden aileler
Ancak kritik soru şu: Bu çocuklar nasıl bir gelecek içinde büyüyor?
Sayı değil, nitelik önemli. Türkiye’nin ihtiyacı, sadece çok sayıda nüfus değil, donanımlı, özgür düşünen, üretken bireyler. Aksi takdirde nüfus artışı, sosyal baskıyı ve işsizlik oranlarını daha da artırabilir.
Ne yapmalı?
Bu krizden çıkış için ne yalnızca kadınları suçlamak, ne erkekleri dışlamak çözüm olabilir. Gereken; tarafların birbirini yeniden duyması, anlayış ve güven ortamının yeniden inşasıdır. İşte öneriler:
1. Nafaka reformu:
Süresiz nafaka yerine makul sürelere ve bireyin iş gücüne yeniden katılımına göre şekillenen adil modeller geliştirilmeli.
2. Ortak velayet modeli:
Çocuğun üstün yararı gözetilerek, anne ve baba arasında dengeli bir paylaşım sağlanmalı. Ebeveynlik bir hak değil, sorumluluktur.
3. Delile dayalı yargı:
Kadının beyanı elbette dikkate alınmalı ama yargı somut delillerle desteklenmeli. Aksi durumda toplumda adalete olan inanç zedelenir.
4. Evlilik öncesi zorunlu eğitim:
Çiftlere evliliğin ekonomik, hukuki, duygusal boyutları konusunda eğitim verilmeli. Sorunları önleyici bilinç kazandırılmalı.
5. Aileyi güçlendiren politikalar:
Kreş, doğum izni, esnek çalışma, aile danışmanlığı gibi yapılar yaygınlaştırılmalı. Kadınlar ve erkekler birlikte güçlenmeli.
Sonuç: Geleceği korumak aileyi korumaktan geçer
Doğurganlık teşvikleri, sosyal kampanyalar, ekonomik destekler... Hiçbiri güven eksikliğini telafi edemez.
Eğer kadınlar kendilerini yalnız bırakılmış hisseder, erkekler adaletsizlikle yüzleştiğini düşünürse; kimse evlenmek, çocuk yapmak istemez.
Türkiye, bu sessiz demografik krizi görmezden gelirse, yarının yaşlı, üretmeyen, yalnız bireylerden oluşan bir topluma dönüşebilir.
Oysa güçlü bir toplumun temeli, güvenli aile, dengeli hukuk, karşılıklı saygı ve ortak sorumluluktur.
Aileyi korumak sadece geçmişin değil, geleceğin de sigortasıdır.