Cam kubbede hoş bir sada: Art Basel Paris
1970’te İsviçre’de başlayan bir fikir, yarım asır sonra Paris’te bir kültürel güç gösterisine dönüştü. Art Basel artık sadece bir fuar değil; devletlerin olimpiyatlar gibi ev sahipliği yapmak için yarıştığı bir prestij sahnesi.
Art Basel’in hikayesi 1970’te üç galericiyle başladı. Londra ve New York’un gölgesindeki sanat piyasasına yeni bir vitrin kurmak istediler.
O ilk fuarda 10 ülkeden yalnızca 90 galeri vardı. Bugün Art Basel Paris’e 41 ülkeden 206 galeri katılıyor.
Brexit’in ardından Fransa’nın kültürel satranç hamlesi
Paris’in hikayesi üç yıl önce başladı. 2022’de Fransa Kültür Bakanlığı, tarihi bir hamleyle 1974’ten beri Grand Palais’de yapılan Paris Çağdaş Sanat Fuarı’nın sözleşmesini iptal etti. Mekanın kullanım hakkını Art Basel’e verdi. Yani Art Basel Paris, sıfırdan doğmadı; Paris’in köklü fuarının tahtına oturdu.
Bu karar Fransa’da büyük tartışma yarattı. Yerel marka FIAC (Foire Internationale d'art Contemporain) kapının önüne konulmuş, yerini uluslararası bir dev almıştı. Üstelik Art Basel hisselerinin yüzde 49’u, medya imparatoru Rupert Murdoch’a aitti. Siyaseti yönlendiren medya gücüyle tanınan bu isim, kültürel bağımsızlık tartışmalarını alevlendirdi. Neticede Macron yönetimi bu hamleyi onayladı, “yerli malı, yurdun malı” demedi ve küresel sermayeyi tercih etti.
Bu hamle, Brexit sonrası Londra’nın zayıfladığı dönemde Fransa’nın kültürel liderliği geri alma stratejisiydi. Amaç belliydi. Aracın yerli olup olmaması önemli değildi. 2025 verilerine göre Frieze Londra hâlâ önde, katılımcı ve ziyaretçi sayısı daha fazla.
Fakat Art Basel Paris sadece dördüncü yılında olmasına rağmen hızla yükseliyor. 73 bin ziyaretçisiyle Frieze’in 90 binine yaklaşması, Paris’in Brexit sonrası yeniden Avrupa’nın kültürel başkentliğine namzet olduğunun bir işareti.
Bir marka, dört kıta: Art Basel’in diplomasi haritası
İlk 30 sene "Başka şubemiz yoktur" stratejisi hakimdi. Sonrasında bu “devrim” farklı ülkelere ihraç edildi. 2002’de Art Basel Miami doğmasıyla Basel’in vizyonu Amerikan rüyasıyla cem oldu. 2013’te Art Basel Hong Kong geldi. Çin’in yükselişiyle Asya’nın Batı’ya açılan kapısı oldu. Tokyo’nun sanat başkenti ünvanını kaptı.

2024’te sahneye Art Basel Katar çıktı. Art Basel’in Orta Doğu’ya yaptığı bu ilk çıkarma, Doha’yı bölgenin kültürel merkezi yaptı. Art Basel nabza göre şerbet veriyor, farklı ülkelerde farklı anlaşmaları var. Mesela Paris’te Grand Palais için Fransa Kültür Bakanlığı’na yılda yaklaşık 3 milyon euro kira ödüyor.
Asya’da tersine, Hong Kong yönetimi Art Basel’i çekmek için teşvik ve sponsorluk veriyor. Katar “joint venture” yani ortak girişim modeliyle yürütülüyor. Finansman Katar’dan, gelirler ortak. Basel ve Miami’de ise şehir yönetimleri ve özel sponsorlar destek veriyor. Hülasa Art Basel, Paris dışında hiçbir ülkede para ödemiyor. İşte Paris’te bulunmak o kadar önemli.
Cam kubbenin altında: Grand Palais’nin büyüsü
Art Basel Paris’in dördüncüsü geçen hafta Grand Palais’de yapıldı. Fuarı Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Kültür Bakanı Rachida Dati ve First Lady Brigitte Macron da gezdi.
Grand Palais, sadece bir sergi salonu değil; Paris’in Belle Époque döneminden kalma bir mühendislik manifestosu. 1900'de Paris Evrensel Sergisi için inşa edildi. Demir, taş ve camın kusursuz dansı olan yapının kubbesi 45 metre yüksekliğinde, alanı 13 bin 500 metrekare. Avrupa’nın en büyük cam çatılarından biri olan Gradn Palais gündüz doğal ışıkla doluyor; akşam olduğunda ışıklar demir kolonlardan süzülüyor, içerisi adeta bir katedral gibi parlıyor.
Hauser & Wirth, Gagosian, Pace, David Zwirner ve Thaddaeus Ropac gibi dev galeriler cam kubbenin altında yerlerini almıştı. Fuardaki düzen hiyerarşikti: Zemin katta “blue-chip” galeriler, arka bölümde özel projelerin olduğu Premise alanı, üst katta genç sanatçıların yer aldığı Emergence bölümü. Bu yılın öne çıkan eserlerini, satış rekorlarını ve fuarın ruhunu yansıtan anları tek tek gezip not almaya başladım.
Pace’in Hüzünlü Kadınları
Grand Palais cam kubbenin altına adım atar atmaz Amerikan Pace Galeri’ye girdim. İlk eser: Elmgreen & Dragset’in bronz “Ziyaretçi” heykeliydi. Londra Frieze’de de gördüğüm bu Berlinli ikili ile Paris’te yine karşılaştık. Heykel 319 bin dolar fiyatla satılmıştı.
Aynı stantta Modigliani’nin 1918 tarihli “Makaronlu Genç Kız” tablosu vardı. Kızın boynu ressam marifetiyle normalden üçte bir oranında uzundu. İtalyan ressam, zarafeti belirginleştirmek ve figürlerine dingin bir asalet kazandırmak için bu orantısızlığı bilinçli yapardı. Fakat bu asalet, genç kızın yüzünü güldürmeye yetmemişti.
Halbuki Pace Galeri yetkililerinin yüzü gülüyordu. Çünkü tablo 10 milyon dolara satılmıştı. Hemen yanında Polonyalı Paulina Olowska’nın 2025 tarihli “Charlotte ve Serçelerin Günü” tablosu vardı. Elinde kadehle dışarı bakan Charlotte’un da yüzü gülmüyordu. Pace Galeri yetkililerinin yüzü yine gülüyordu zira tablo 195 bin dolara satıldı.
Renkli denge: Ugo Rondinone
Ugo Rondinone’un “Dağlar” serisinden, üç metre yüksekliğinde, parlak taş bloklardan oluşan bir heykel serisi. Zürihli sanatçı, Neolitik çağın taş yığınlarından yola çıkmıştı. Fuarda en çok fotoğraflanan eser buydu.

Tanıdık bir heykeltraş
Sonraki durakta Tony Cragg, Nişantaşı’ndaki St. Regis önündeki heykeliyle tanıdıktı. Spago İstanbul’a gidip gelirken hep selamlaşırdık. Art Basel Paris’teki bronz işi de aynı enerjiyi taşıyordu. Malzemenin sınırlarını zorlayan bu form 325 bin dolara alıcı buldu.
Louvre’daki Amerikalı
Bob Thompson’ın tuvallerinde renk ve figürler çarpışıyor. 29 yaşında ölen Afro-Amerikalı sanatçının işleri hâlâ güçlü. Renklerinde Matisse’in cesareti, kurgularında Edward Hopper’ın yalnızlığı hissediliyor. Ben eserlerini çok beğendim. Thompson, 1961-1962 yıllarında Paris’te yaşamış, Louvre’a neredeyse her gün gidip eskiz yapmış. Eski ustaların eserlerini kopyalayarak onları renklerle birleştirmiş. Kısa yaşamında sadece sekiz yıl (1958-1966) tam zamanlı resim yapmış olsa da etkisi hala Paris’te hissediliyor.
Sanat, stok, strateji: Nahmadların Gizli Oyunu
En kalabalık stant: Nahmad Contemporary. Duvarında tek kelime yazılı: “PICASSO.” Nahmad ailesi klasik galericilerden değil; sanat tüccarı, hatta spekülatörler. 1970’lerden beri müzayedelerden toplu alım yapıp eser stokluyor, zamanı gelince piyasaya sürüp fiyatları yönlendiriyorlar. Picasso’nun yüzlerce eserini uzun süre kasalarında tutup sonra parça parça satarak fiyatları manipüle ettiler. İşte şimdi Paris’te de aynısını yapıyorlar. Stantta Picasso’dan başka bir Allah’ın kulunun eseri yok.
Sanat tarihçileri onlara “modern sanatın görünmeyen bankerleri” diyor. Suriye kökenli Sefarad Yahudisi aile, Osmanlı döneminde Halep’te yaşıyordu. Ailenin 1990 doğumlu genç üyesi Joe Nahmad bugün New York’ta yaşıyor.
Julian Opie ve dijital çağın insanları
Biraz ileride Julian Opie. İngiliz sanatçı, kadını ifadesiz bir ikona dönüştürüyor. Geçen yaz Berlin König Galeri’de gördüğüm sergisi hâlâ aklımda: Başsız, nötr, anonim figürler. Opie’nin karakterleri dijital çağın insanları gibi… Yürüyor, dans ediyor, ama ifadeleri yok.
William Kentridge ve gücün alegorisi
Grand Palais’nin ortasında kara bir kedi duruyordu. Güney Afrikalı sanatçı William Kentridge’in “Şişman Kedi”si. 174 kiloluk bronz form, güç ve oburluğun heykelleşmiş haliydi. Aynı zamanda bir sistem eleştirisiydi. Doymak bilmeyen bu kedi acaba kimi temsil ediyordu?
İktidarın doymak bilmeyen iştahını, hem sermayenin sanatı yutmasını veya modern insanın bitmeyen arzuları olarak okunabilir
Pompidou: Bir veda, bir dönüş
Birkaç metro durağı ötede, şehir başka frekansta titreşiyordu. Centre Pompidou, İstanbul Modern’in de mimarı olan Renzo Piano tarafından 1977’de tasarlanmıştı. Şimdi yarım yüzyıl sonra restore ediliyor, 2025 sonunda birkaç yıl kapanacak. Paris bu kapanışı bir yeniden doğuş olarak kutladı. Vedaydı ama elveda değildi.
Kutlamaların sürprizi Daft Punk’tan Thomas Bangalter’dı. 16 yıl sonra ilk kez DJ kabinine girdi. Pompidou, 1992’de Daft Punk’ın doğduğu yerdi. Bangalter’ın dönüşü bir zaman halkasını kapattı.
Ertesi gün efsanevi Fransız müzisyen Sébastien Tellier, 2026 Ocak’ta çıkacak “Kiss the Beast” albümünden parçalarını çaldı. Hemen arkasından Daft Punk ekolü Fransız ikili Justice’in dijital uzay operasını izledim; Paris, müzik ve teknolojinin birleştiği bir sahneye dönüştü. Parçaları dinledim, sonra yeniden fuara döndüm. Çünkü bir randevum vardı.
Satışta Kâr: Gençler mi, ustalar mı?
Paris’in prestijli Mennour Galerisi’nin satış direktörü Charles Geoffrion’la buluştum. Galeri dev isimlerle genç yetenekleri aynı çatı altında topluyor. Üç katmanlı bir stratejileri var:
- Ecole des Beaux-Arts (Paris Güzel Sanatlar Okulu) mezunu genç sanatçılar
- Orta kariyer sanatçılar
- Ustalar ve miraslar
Yakında Giacometti’nin heykellerinden oluşan bir sergi açacaklar. Geoffrion diyor ki: Geçmişi anlamadan bugünü sergileyemezsiniz. Klasik ustaların eser satışında kâr marjı düşük, zaten her zaman eser bulunmuyor. Gençlerde ise yüzde 50’ye varan kazanç var.
Paris’in Brexit sonrası ivmesinden memnun olan Geoffrion'un galerisi Grand Palais’ye sadece 3 kilometre uzaklıkta. Art Basel Paris’i bu yüzden de çok seviyor. Çünkü galerinin bu fuarda lojistik ve operasyonel giderleri düşüyor.
Mennour standında önünde fotoğraf çekimi yapmamız için eser tercihini Charles’a bıraktım. Lee Ufan’ın tablosunu seçti. 89 yaşındaki Japon sanatçı, varlıkla yokluk arasında denge kuruyor. Önünde durduğumuz bu eseri 1 milyon dolara satıldı. Biz fotoğraf çekilirken arkamızda Warhol’un “Mao”suyla göz göze geldim. Komünist liderin portresi 1 milyon 300 bin dolardan alıcı buldu.
Murakami x Louis Vuitton: Sanat ve moda arasında
Cam kubbenin ikinci katında Louis Vuitton’un Japon sanatçı Takashi Murakami ile iş birliği vardı. Murakami, 1945 sonrası Japonya’nın Amerikan etkisini eleştirirken bu kez lüks dünyasının ortasındaydı. “Şeytan Prada mı giyerdi, yoksa Murakami ruhunu Louis Vuitton’a satmıştı?” diye düşündüm. Serideki 11 çantanın yedisi "sold-out" olmuştu. Fiyatlar 15 ila 42 bin euro arasıydı.

Her bir çanta sınırlı üretim: 130, 205 ve 380 adetlik seriler. Bu çantalara sahip olmak için yarışan insanları izlemek, modern çağda anlam arayışının ironisiydi.
Kermit, Ritz ve Silencio: Art Basel’in gece yüzü
Fuarın dışında Paris başka bir yüzünü gösterdi. Vendome Meydanı’nda, Napolyon’un sütununun, Ritz Oteli’nin ve Cartier’nin ışıltılı cephesinin arasında, dizlerinin üstüne çökmüş dev bir Kurbağa Kermit duruyordu. Art Basel’in bu yan etkinliği, yüksek sanatla popüler kültür arasındaki sınırı yerle bir etmişti.
Kermit’in yüzeyselliğinden birkaç adım ötede derinlik başladı: Ritz Paris oteldeki efsanevi Bar Hemingway. 1920’lerden beri Hemingway’in müdavimi olduğu 29 metrekarelik bar. Karanlık ceviz paneller, yeşil deri koltuklar, loş ışıklar, duvarlarda Hemingway portreleri... İçeride Art Basel’in tanıdık yüzleri, yan masada koleksiyonerler. Ve gece Art Basel’in özel “after” partisi: Silencio Club. David Lynch’in tasarladığı bu mekan, pirinç duvarları, loş merdivenleri, kadife koltuklarıyla film sahnesi gibiydi. DJ kabininde Ines Melia vardı. Tatlı bir house müzik setiyle geceyi kapadım.
Gece Silencio’nun karanlık merdivenlerinden çıkarken duvardaki David Lynch fotoğraflarına baktım. Göz göze geldiğim o gölgeli karelerde bir tür sessizlik vardı. Tıpkı fuardaki eserler gibi, zamana direnmeye çalışan bir sessizlik. Lynch bu yılın başında hayatını kaybetti. Tıpkı cam kubbenin altında gördüğüm tabloların çoğunu yapan sanatçılar gibi.
Hayatın geçiciliği gece 1.30 sularında Paris’in ılık rüzgarlarıyla beraber tekrar yüzüme çarptı. Gerçekten de insan geçer, ışık mutlaka bir gün sönerdi. Şairin dediği gibi baki kalan Grand Palais'nin cam kubbesinde hoş bir sadaydı.