;
Arama

İki çadırın hikayesi: London Frieze

Londra’nın kalbinde, şehrin sanat ve kültür etkinliklerinin buluşma noktası olan Regent’s Park’ta iki ayrı çadır, iki ayrı dünyanın hikayesini anlatıyordu. Bir yanda Rodin, Klee ve Magritte; diğer yanda yeni kuşağın deneyselliği… Aynı parkta iki çağ, aynı gökyüzü altında buluştu.

Doç. Dr. Efe Sıvış
26 Ekim 2025, 13:00

İngiliz yazar Charles Dickens, bundan 166 yıl önce ünlü kitabı İki Şehrin Hikayesi'ni yazarken, bir gün o şehirlerden birinde, iki çadırın hikayesinin yazılacağını elbette bilmiyordu.

Bu iki evren, dünyanın en büyük ikinci sanat fuarı Frieze'in iki yüzünü temsil ediyor: Frieze London ve Frieze Masters. İkisi de Regent’s Park’ın içinde, birbirine yürüyerek 15 dakika mesafede kurulan iki dev çadır. Birinde çağdaş sanatın dinamizmi, diğerinde ise klasik sanatların mirası sergileniyor.

Benim ilgimi ikinci çadır, yani “ustalara saygı” mekanı olan Frieze Masters çekiyordu. O yüzden tura oradan başladım. Küresel sanat piyasasının nabzı Frieze Londra’da atarken, arka planda istatistikler pek iç açıcı değildi. The Art Basel and UBS Art Market Report 2025 başlıklı raporun yazarı Dr. Clare McAndrew’in ağzından bal damlamıyordu: 2024’te küresel sanat satışları yüzde 12 düşmüş, 57,5 milyar dolara gerilemişti.

Londra açısından ise veriler karışıktı. Rapora göre, ABD yüzde 42’lik payla pazar liderliğini korurken, Çin yüzde 19 ile ikinci, Birleşik Krallık ise yüzde 17 ile üçüncü sırada yer aldı. Ancak fuarın Frieze Masters ayağı için pozitif bir durum vardı: Rapora göre 'Eski Ustalar' (Old Masters) sektöründe Birleşik Krallık, Çin'i geçerek ikinci sıraya yükselmişti. Araştırmaya göre galerilerin yüzde 31'i, insanların ilk sanat eseri alımlarını bu tip fuarlardan yaptığını söylemişti.

Jean-Baptiste Hilaire'den Osmanlı kampı tablosu

Sanat fuarı denince en büyük organizasyon ünvanı 1970’ten beri düzenlenen Art Basel’de. 2003’ten beri bu çadırlarda kurulan Frieze ise ikinci sırada. Bu yıl 45 ülkeden 280 galerinin katıldığı fuarın ana sponsoru, kurulduğu günden beri olduğu gibi yine Deutsche Bank'tı. İçeride Deutsche Bank özel bankacılık müşterileri için bir de lounge alanı kurulmuştu.

Genel katılıma bakınca Regent’s Park’a, fuarın halka açık olduğu üç günde (17-19 Ekim) 108 ülkeden 90 bin ziyaretçi geldi. Bu kalabalığın arasında Madonna, Leonardo DiCaprio, Sarah Snook, Helena Bonham Carter, Claudia Schiffer ve Nick Cave gibi isimler de açılışta yerini aldı.

Şampiyonlar ligi

Frieze Masters’ın girişinde sizi Londra merkezli David Aaron Gallery karşılıyor. Bu yılki stand, tarih öncesiyle klasik çağ arasındaki bir koridor gibiydi: Roma İmparatoru Hadrian başı, Roma İmparatoru Marcus Aurelius büstü ve en enteresanı, 68 milyon yıl öncesinden bir Triceratops, yani dinozor kafatası, öylece orada duruyordu.

650 bin sterlinden satışa sunulan bu devasa fosil, “antik sanat” tanımını jeolojik boyuta taşıyordu. Girişteki bu jeolojik şokun hemen yanında, Artanticent galeride 22 bin sterlin fiyatla satışa sunulan ve tarihi milattan sonra İkinci yüzyıla uzanan bir Herkül başı vardı. Eserlerin kaçak olmadığına dair secereleri ve Interpol raporları da gösteriliyordu. Yan yana sergilenen bu dinozorlar, tanrıçalar ve imparatorlar, adeta hep bir ağızdan hayatta hiçbir şeyin kalıcı olmadığını haykırıyorlardı.

Ustalara saygının bir sonraki durağı, Zürih merkezli Hauser & Wirth galerisinin standıydı. Standın duvarları, diğer tüm galerilerden ayrışacak şekilde ahşap lambirilerle kaplıydı; sanki Zürih’in refahını mekana taşımak ister gibi. Burada Oskar Schlemmer ve Paul Klee’nin yapıtları hemen dikkatimi çekti. Geçen kış Dessau’da bu iki ismin evlerini gezmiş, hocalık yaptıkları Bauhaus okulunun koridorlarında dolaşmıştım. O yüzden bu karşılaşma benim için daha da anlamlı oldu.

Hauser & Wirth’in standında bir başka Alman ressam, Gabriele Münter, karşımdaydı. Mavi Bahçe isimli tablosu 3 milyon dolara satıldı. Galeri adeta rekor bir fuar geçirdi: René Magritte’in Büyülü Diyar (1953) adlı eseri 1,6 milyon dolara, Paul Klee’nin Müstahkem Mekan (1929) tablosu 1,45 milyon euroya ve Marcel Duchamp’ın Ceket (1956) adlı işi 1,35 milyon dolara satıldı. Bu satışlar, Hauser & Wirth’in yalnızca estetik değil, ekonomik olarak da Frieze Masters’ın nabzını elinde tuttuğunu gösteriyordu.

Piyasayı Hauser & Wirth domine ederken, biraz ötede Londra merkezli Robilant + Voena galerisi maviyle zamanı durduruyordu: Yves Klein’ın pigment ve reçinelerle yaptığı ve artık tarihe geçmiş ikonik mavisi, sanatçının sonsuzluk takıntısının kusursuz bir örneğiydi. Aynı galeride Picasso’nun Silahşör Büstü (1967) tablosuyla bir “ustalara saygı” hattı kurulmuştu.

Andy Warhol'un Grace Kelly portresi ve 3 adet Keith Haring

Farklı galerilerde ustaların izini sürmeye devam ederken Francis Bacon’ın gergin bedenleri, Paul Rubens’in Herkül portreleri ve Andy Warhol’un hâlâ tükenmeyen ticari enerjisi dikkatimi çekti. Warhol’un ölümünden on yıllar sonra bile farklı galerilerin onun işlerini satmak için yarış halinde olmasını ironik buluyorum. 

Warhol'un yanı sıra Keith Haring, Basquiat ve David Hockney'in tabloları da satıştaydı. René Magritte’in sudan gökyüzüne doğru yükselen balığı, doğa yasalarını altüst ediyordu. Bowman Sculpture galerideyse tam bir Rodin bolluğu vardı; küçük bronz dökümleri 35 bin ila 55 bin pound arasında satışa sunulmuştu. Tüm zamanların yıldız heykeltıraşlarından Henry Moore ve Giacometti de farklı yüzyılların metalleriyle karşımdaydı.

Elmgreen & Dragset heykelleri

Bu tarihi yolculuk, adımlarımı Colnaghi Galeri’nin standına götürdü. İlk olarak Jean-Baptiste Hilaire’in "An Ottoman Encampment by the Ruins of the Temple of Euromus" (yaklaşık 1776) adlı çalışması karşıma çıktı. 60 bin pound fiyat etiketiyle sergilenen bu tablo, bugünkü Muğla’daki Euromos antik kenti yakınlarında kurulmuş bir Osmanlı askerî kampını betimliyordu. Antik sütunların önünde tüten kamp ateşleri, tarihin iki katmanını, Yunan kalıntılarıyla Osmanlı varlığını aynı karede buluşturuyordu.

Eva Langret’in “Suni Teneffüsü”

Ustalara saygıyı ve tarihin katmanlarını geride bırakıp Regent’s Park’ın öbür ucundaki Frieze London çadırına yürürken atmosfer bir anda değişti. Güncele gelmiştik. Burada Frieze’in direktörü Eva Langret’in geçen yıldan beri uyguladığı düzen aynen sürüyordu: Girişteki “Focus” bölümünde genç galeriler, arkadaysa Pace, White Cube, David Zwirner, Gagosian gibi ağır toplar. Bu, yalnızca bir yerleşim değil, zekice bir trafik mühendisliğiydi. IKEA tekniği gibi kurgulanmış bir rotaydı; akış öyle tasarlanmıştı ki, genç galerilerin ve “emerging” (yükselen) sanatçıların arasından süzülmeden devlere ulaşamıyordunuz.

Yani karar vericiler, nereleri dolaşmanız gerektiğini baştan çizmişti. Adam Smith’in görünmez elinin yerini görünür bir planlama almıştı. Bu kurgulu labirentte dolaşırken aklıma şu soru geldi: Acaba Eva Langret’in bu “suni teneffüsü” çağdaş sanatı ne kadar hayatta tutabilir?

Bu soruya cevap vermek için biraz rakamlara bakmak gerekecek. Ünlü sanat yayıncısı Kate Brown’ın (Artnet News) yazısına göre, bu yıl Frieze’in “emerging” bölümü için metrekare maliyeti 270’lerden 310 poundlara yükseldi. Brown, “Artık sabır da bir yatırım biçimi” diye yazmıştı. Frieze bu sabrı galerilere öğretiyordu.

Yani bir galeri, 30 metrekarelik küçük bir stand için üç günde 9 bin 300 pound ödüyor. Buna personel, nakliye, montaj, sigorta ve operasyon giderlerini de eklerseniz, tahmini 18 bin poundluk bir maliyet çıkıyor. Bu galerilerin satacağı ortalama bir işin de 2 bin pound olduğunu düşünürsek hesap tutmuyor. Çünkü bu büyüklükte bir galeri böyle bir fuarda ancak iki ya da üç iş satabiliyor.

Çağdaş sanatın bu ekonomik koşullarda işi zor. Bana kalırsa sergilenen eserler de pek umut verici değil; hatta bazılarının sanat eseri olup olmadığı bile tartışılır. Elbette Pace, White Cube, David Zwirner ve Gagosian gibi "blue-chip" galeriler, yıllardır oturmuş müşteri kitleleri ve sadık portföyleri sayesinde gemilerini bir şekilde yüzdürecektir. Fakat ya diğerleri?

Bu ekonomik karamsarlığa rağmen umutlu olanlar da vardı. Fuar hakkında görüşünü aldığım National Gallery ve V&A Museum yönetim kurullarında görev yapan Isabelle von Ribbentrop olumlu bir havadaydı. Mesela onun favorisi, Köln çıkışlı Sprüth Magers standındaki Keith Arnatt’ın “Notes from Jo” adlı işi olmuş.

Bu iş, sanatçının eşi Jo ile yıllar boyunca paylaştığı el yazılı küçük notlardan oluşuyor. İlk bakışta sıradan, gündelik mesajlar gibi görünüyor ama aslında duygusal bir derinliği var. Bu notlar genellikle mutfak tezgahına, buzdolabının üzerine ya da evin bir köşesine bırakılmış, “Çöpü unutma”, “Köpeği gezdirdin mi?”, “Yemek fırında, geç kalma” gibi kısa cümleler sadece. 

Açıkçası bu iş benim hiç dikkatimi çekmemişti. Hâlbuki Isabelle’in anlattığı o içtenlik, bir kadının eşiyle paylaştığı el yazılı notların samimiyeti onu etkilemişti: “Bunca görsel gürültü arasında hâlâ insani bir şey bulmak rahatlatıcıydı.”

Mesajları okurken kendimi gülümserken buldum. Çünkü ben de kocamla aynı tonda WhatsApp'tan yazışıyorum. İşte bu, aslında çağdaş sanatın en büyük gücü: Güncel yaşamlara dokunmak ve bugünün dünyasından referanslar vermek.
Isabelle ayrıca Langret’in genç galerileri girişe yerleştirme stratejisini de olumlu buluyor: “Bence bu sadece bir küratöryel tercih değil, piyasayı dengeleyen güçlü bir jest. Keşfi en başa koymak, sanata yeniden nefes aldırabilir.”

Francis Bacon tablosu

Belki de çağdaş sanatın kurtuluşu, Isabelle’in söylediği gibi o “sessiz, insani temaslarda” saklı. Ama günümüzün hızında, metropollerin baş döndüren momentumunda, o temasları gerçekten fark edip keşfetmeye imkan var mı? Umarım vardır.

Frieze usulü

Frieze'deki deneyim, elbette sadece tuval ve bronzla sınırlı değildi. Fuarın atmosferi, damak zevkine de hitap ediyordu. Ham Yard, Maison François, Nobu ve Sessions Art Club, Frieze çadırlarında geçici restoranlar açarak Londra’nın gastronomik hafızasını fuara taşımıştı.

Ham Yard, Maison François ve Sessions Art Club standları, tıpkı sergilenen eserler gibi özenli ve estetikti. Fakat Masters bölümünde tüm bu zarafetin arasında, bir kontrast olarak Nobu vardı. Japon minimalizmini, tüm restoranlarında yaptıkları gibi ahşabın 50 tonunu ustaca işlemeleri beklenirken, Nobu standı daha çok bir plastik hammadde fuarındaki harcıalem bir kantini andırıyordu.

Ne var ki isim bazen her şeydi: Nobu’nun masaları tıklım tıklım doluydu. İmza tabağı, miso soslu siyah morina balığı menüde yerini almıştı. Ama asıl satılan şey yemek değil, markanın kendisiydi. Sanatın ticarileştiği bir fuarda, gastronomi de kendi pazarını bulmuştu.

Town Hall’de Prada ile final

Frieze haftasının finalini, Prada’nın sponsorluğunda King’s Cross’taki yeni restore edilmiş Town Hall’da yaptım. Burada, Berlin merkezli sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset’in “The Audience” adlı enstalasyonu sergileniyordu.

Prada markası bu esere sponsor olmuştu. Elmgreen & Dragset’in sanat tarihine geçmiş “Prada Marfa” (2005) adlı ikonik çöl yerleştirmesinin hikayesini geçen yıl Berlin’de, sanatçıların kendi ağzından dinlemiştim. Lüksle boşluk arasındaki o ironik dengeyi anlatırkenki sakinlikleri hâlâ aklımda. Şimdi, aradan neredeyse 20 yıl geçmişken, onları yeniden Prada işbirliğiyle Londra’da görmek tuhaf bir tekerrür hissi yarattı.

Bu kez ıssız bir çölün ortasında değil, Frieze haftasının en kalabalık anında, yine aynı soruyu soruyorlardı: “Hiç beklemediğin bir anda alışılagelmişin dışına çıksak nasıl tepki verirsin?”

Londra’deki eser aslında bir sinema salonundan ibaretti. Ancak izlenmesi gereken şey perde değil, izleyici koltuklarına yerleştirilmiş beş farklı insan heykeliydi. Bu heykeller hipergerçekçi biçimde yapılmış Madam Tussauds-vari işlerdi. Amaç, ekran yerine bu beş izleyiciye odaklanmaktı.

Frieze Masters çadırı

Frieze haftası böylece sona erdi. Britanya İmparatorluğu’nun başkentinde, tarihle bugünün, ustalarla çağdaş sanatçıların tangosu bitti.

Bir yanda Rodin’in bronz kasları, Klee’nin geometrik dünyası; diğer yanda Eva Langret’in küratöryel cesaretiyle yerini bulan genç isimlerin deneysel çıkışları… Bu dans bazen kusurlu, bazen muhteşemdi ama her adımıyla sanatın hâlâ yaşadığını hatırlattı.

Serin bir Londra sonbaharında Regent’s Park’taki iki ayrı çadır, iki ayrı çağın hikayesini anlattı: Birinde geçmişin asaleti, diğerinde bugünün arayışı vardı.


Doç. Dr. Efe Sıvış kimdir?

1986’da Kanada’nın Vancouver kentinde doğdu. İzmir Amerikan Koleji’nden mezuniyetinin ardından siyaset bilimi alanında Sabancı Üniversitesi’nde lisans, Brandenburg Teknik Üniversitesi’nde yüksek lisans, İstanbul Üniversitesi’nde doktora eğitimi aldı. 2020 yılında doçent unvanı kazandı. Princeton Üniversitesi’nde araştırmacı olarak çalıştı. Çeşitli üniversitelerde dış politika ve siyasi tarih dersleri verdi. Yayımlanmış kitapları, çok sayıda akademik makalesi ve gazete köşe yazısı bulunmaktadır.


Yazarlar

Çok Okunanlar

  • Nilgün Balcı Çavdar, Erkan Kızılocak, Cem Cemal Pekin, Nuray Tarhan

    En zengin 100 Türk


  • Vantilatörle uyumanın etkileri: Bilim ne diyor?


  • 2025 Forbes 39. Dünya Milyarderler Listesi


  • Nilgün Balcı Çavdar, Cem Cemal Pekin, Erkan Kızılocak

    Dolar milyarderi Türkler


  • forbes.com.tr

    Dünyanın en zengin 10 insanı (Ocak 2025)


Sayfa Sonu

Yüklenecek başka sayfa yok