Kış mevsiminin gelmek için bir türlü cesaret edemediği, sonbaharın ise şehre tutunmakta ısrar ettiği bir akşamdı. Beyoğlu’nun eski semtlerinden Piyalepaşa’da, tam karşımızda yükselen Mimar Sinan yapısı tarihi Piyale Paşa Camii’nin dinginliği eşliğinde, bu kez Polat’ın ticari yerleşkesindeyiz. Bu yerleşkedeki DG Art Gallery yeni açtığı salonu ile bambaşka bir sanatsal etkinliğe eşlik ediyor. Yıllardır farklı sanatçıları ağırlayan bu mekan, Klinik Psikolog Yeliz Şık Çifçi’nin ilk kişisel sergisi “51. Dakika” küratör Dr. Zeynep Öztürk’ün rehberliğinde izleyiciyle buluşuyordu.
“51. Dakika” sergisi, bir terapistin seansları sonrasında içine çöken o derin, tarif edilmesi güç bilinçdışı halini görsel bir dile çeviriyor. Yıllar boyunca dinlenen aşk hikayelerinin bıraktığı izler, Çifçi’nin tuvalleri ve objeleri aracılığıyla yeni bir forma kavuşuyor. Aşkın doğum anından kopuşa, iyileşme arayışından yeniden kurulan benliğe uzanan geniş bir duygusal harita beliriyor karşımızda. Tüm bu anlatı, sanatçının iç dünyasından süzülerek mekana yayılıyor.

Eserlerin bazıları, sanatçının kendi ifadesiyle hem tanıdık hem de rahatsız edici bir yerden konuşuyor. Aşkın ilk kıvılcımında hissedilen o heyecanın yanı sıra, ayrılığın soğuk sessizliğinde yankılanan kırılmalar da bu imgelerde yer buluyor. Mekanın bir köşesinde kurgulanan seans odası, izleyiciyi adeta terapistin düşlemine davet ediyor; seans bitmiş olsa da konuşması devam eden bir iç sesin alanında gezintide gibiyiz.
Kolajlarla kurulan katmanlı anlatılar, kimi zaman bir daktilonun tuşlarına yerleştirilmiş çivilerin keskinliğiyle birleşiyor. Yazmanın ya da asla yazamamanın acısını taşıyan bu daktilonun bazı tuşları boş bırakılmış. Yaklaştıkça fark ediliyor: boşlukta kalan tuşlarla bu yorgun makinede yalnızca “sen” ve “ben” yazılabiliyor. Söylenemeyenlerin, arada kalanların, geride bırakılanların simgesi gibi.
Hemen arkasında yer alan kara tahta ise serginin en davetkâr oyun alanı. Tebeşirler izleyiciyi çağırıyor; herkes kendi cümlesini, kendi izini bırakabiliyor. Bu küçük davet, eserle kurulan ilişkiyi derinleştiriyor; sanki her ziyaretçi serginin sessizce devam eden diyaloglarına kendi nefesini katıyor.
Bir süre sonra mekan giderek kalabalıklaşıyor; sanatçı dostlar, sanatsever arkadaşlar birer ikişer salona doluyor. Her birimiz, eserlerin önünde durup kendi içimize doğru eğiliyor, kimi zaman o eski aşk hallerine gülümsüyor, kimi zaman da aşksızlığın içte bıraktığı gölgeyle hafifçe burkuluyoruz. Her resim, her obje, sanki bizden bir şey biliyor da söylememek için direniyor.
Derken, mütevazi tavrıyla Adnan Polat’la göz göze geliyoruz. Önce eserler üzerine konuşuyoruz; sonra sohbet birden Balkanlara, Gülbaba Tekkesi’ne, yolların ve hikayelerin kesiştiği yerlere uzanıyor. Onun hoşsohbet hali, etrafında küçük bir halka oluşturuyor; zamanla halka genişliyor, sesler çoğalıyor. Bir bakıyoruz, sohbet artık duvarlara sığmaz olmuş, kendimizi dışarıda, serginin bıraktığı o sıcak sesleri havaya karıştırırken buluyoruz.
Sanatçı Yeliz Şık Çifçi’nin bu ilk kişisel sergisi, belli ki yeni bir başlangıcın işareti olacak. Çünkü aşkın yaralarından süzülen kelimelerle, içe dönük sessizliğin altından sızan imgelerle üretmeye devam edeceği kesin. Hepimizin kendi geçmişinden bir parçayı yakaladığı bu kavramsal seçkinin, başka temalara açılan yeni solo sergilerde yeniden karşımıza çıkacağını öngörmek zor değil.