Bırak gitsin: Hayatı yönetmeye çalışırken kaçırdıklarımız üzerine
Mel Robbins’in “The Let Them Theory” kitabından kendi hikâyeme uzanan bir yolculuk
Melanie Lee Robbins, Amerikalı bir yazar, podcast sunucusu ve avukat. Robbins’i ilk kez "Kendinizi Mahvetmeyi Nasıl Bırakırsınız?" konuşması ile tanıdım ve o günden beri takip ediyorum çünkü çoğumuzun dile getirmeye korktuğu şeyleri özgürce savunuyor. Onun kaleminden çıkan her kelime okyanusun ortasında bir kulaç daha atacak gücümüz yokken bize fırlatılan o can simidinin etkisini yaratıyor.
Bugün sizlerle milyonlarca kişinin hayatında fark yaratan o sihirli yöntemi anlattığı kitabı “The Let Them Theory” yi paylaşmak istiyorum. Eğer siz de benim gibi çok potansiyelli bir düşünce yapısına ve beyne sahipseniz ve bir şeylerin ters gitmemesi için kendinizden çok fedakarlık yapıyorsanız bu yazı tünelin ucundaki o ışık olabilir sizin için.
Birkaç ay önce Los Angeles’ta Barnes & Nobles’ı gezerken rastladım bu kitaba ve sonra elimden bırakamadım. Türkçeye çevrildi ve Nepal Yayınları Temmuz 2025 te 3. Baskısını yaptı. Haydi gelin birlikte sihri çözelim…
Bazen her şeyin kontrolünü elimizde tutmak istiyoruz. İşimizde, ilişkilerimizde, projelerimizde, ebeveyn olarak, eş olarak, girişimci olarak, çalışan veya yönetici
olarak. Bir şey ters giderse hemen toparlamaya, bir kriz çıkarsa hemen düzeltmeye çalışıyoruz.
Ben de hep öyleydim.
Bir şeyin kötü gitmesine tahammül edemeyen, herkesin memnun kalmasını isteyen, sessizlikte bile çözülmesi gereken bir şey arayan bir insandım. Sonra bir gün Mel Robbins’in “The Let Them Theory” kitabını elime aldım.
Başlığı o kadar basitti ki…
“Bırak gitsin.”
Ama sayfaları çevirdikçe fark ettim: bu sadeliğin içinde inanılmaz bir derinlik varmış. Aslında hayatı yönetmeye çalışmak ondan kaçmakmış.
Robbins kitabın ilk bölümünde çok dürüst. Kendini tamamen kaybettiği bir dönemden bahsediyor: Kırk bir yaşında, 800.000 dolar borcu olan işsiz ve ne yapacağını bilmeyen bir kadın. Arkadaşlarının hızlı yükselişini izliyor, kendi kayıplarını düşünüyor ve işin içinden çıkamıyor. Kaygı ve özgüvensizlikle başa çıkmak için kendine göre bir strateji belirliyor o da kaçmak. Kaçmak ve ertelemek beynimizin bize oynadığı hızlı ama geçici ödül tuzağı. Yüzleşmemek için erteler ve kaçarız. Victor Hugo’da 1830 yazında yazmayı sürekli erteliyordu ve yayınevine verdiği sözü tutamayacağını fark ettiğinde tüm kıyafetlerini bir bavula koyup arkadaşına vermişti çünkü evde kalması ve yazması gerekiyordu kendisi ile yüzleşti ertelemesine sebep olan şeylere kısaca “Bırak gitsin.” dedi. Başkalarının ne düşündüğünü önemsemeyi bıraktı ve sonuç teslim tarihinden iki hafta önce taslak yayınevine teslim edilmişti. Notre Dame'ın Kamburu, 14 Ocak 1831'de iki hafta erken yayınlandı.
Robbins o ümitsiz günlerinde bir gün yataktan çıkamadığı ve tekrar eden sabahlardan birinde Nasa’nın kalkış için kullandığı geri sayımı hatırlıyor ve o dönemde kendi kendine keşfedip uygulamaya başladığı 5-4-3-2-1 ve harekete geç, düşünme sadece harekete geç şeklinde bulduğu “5 Second Rule” ile hayatını kurtarıyor, bu kural ona cevabın eylem olduğunu gösteriyor ama asıl dönüşüm “Let Them”le geliyor.
İnsan bazen kendi hayatını değil, çevresindekilerin duygularını, kararlarını, düşüncelerini yönetmeye takılıyor. Bu duygu bir süre sonra gizli bir kontrol bağımlılığına dönüşüyor.
Kitabı okurken düşündüm…
Benim de o kadar çok “düzeltme refleksim” olmuş ki.
Bir müşterinin mutsuzluğu, bir arkadaşımın sessizliği, bir toplantının gerginliği, empati kuramayan insanlar hepsi sanki benim çözmem gereken meseleymiş gibi davranmışım. Oysa çoğu zaman insanların kendi yolunu bulmasına izin vermek gerekiyor. Kendi özgürlüğümüz de bu noktada başlıyor.
Kitapta en çok ilgimi çeken “Let Them”le birlikte “Let Me” kavramı oldu. Aslında birini ya da bir durumu bırakmak, sadece pasif bir kabulleniş değil. “Bırak gitsin” derken aslında “Ben artık enerjimi kendi hayatıma çevireceğim” diyorsun. Bu bazen bir topluluğu, bazen bir kişiyi ve bazen de yaşadığın şehri terk etmek anlamına geliyor. Bu farkındalık benim için çok önemliydi. Bir şeyi ya da birini bıraktığında kaybettiğini zannediyorsun ama aslında özgürleşiyorsun. İlk kez kendi enerjinin geri geldiğini hissediyorsun.
Hayatı akışına bırakmak kolay değil, ama mümkün
Uzun yıllardır şirketlerle insanların ve markaların arkasındaki hikayeleri paylaşıyorum ve bir şeyleri bırakabileceğimi bazı dönemlerde bu hikayelerden öğrendim. Robbins’i okurken aklıma şirket hikâyeleri geldi. Çünkü “Let Them” sadece bireysel değil, kültürel bir mesele. Netflix’i hatırlayalım. Netflix’in kurucusu Reed Hastings, 2009’da devrim niteliğinde bir karar aldı: Artık şirket içinde onay zincirleri, izin süreçleri, prosedür kitapçıkları olmayacaktı. O meşhur “Freedom & Responsibility Culture Deck” belgesinde şöyle yazıyordu:
“Kurallar, zayıf takımlar için vardır. Biz güçlü insanlar işe alıyoruz onlara güvenelim.”
Netflix yöneticileri artık çalışanların kararlarını denetlemeyi bıraktı. Bu ne demekti : Let Them. Peki sonuç sizce ne oldu? Çalışan bağlılığı rekor kırdı, yenilik hızı arttı, hatalardan korkulmayan bir kültür doğdu. Bu kültürün mottosu bugün hâlâ aynı: “İnsanlar süreçlerden önce gelir.”
Toyota’da her işçinin üretim hattını durdurma hakkı vardır. Andon Cord denilen bir ip çekerler ve milyar dolarlık sistem durur. Çünkü şirket şuna inanır: “Let them stop it. Kalite, güvenden başlar.”
Michelangelo, David heykelini yaparken kendisini “mermeri şekillendiren biri” olarak görmemişti, tam tersi kendisini “mermerin içindekini özgür bırakan biri” olarak tanımlamıştı. “Ben sadece fazlalıkları kaldırıyorum.”
“Let Them”in bir sanatçının kendi söylemiyle ifadesi. Hayatta da bazen yapmamız gereken tek şey, fazlalıkları kaldırmak. İnsanlara, fikirlere, duygulara kendi biçimlerini bulmaları için alan vermek.
Bırakmak pasiflik değil, bilgeliktir.
Kitapta beni en çok etkileyen cümlelerden biri şuydu:
“Ne kadar çok kurtarırsan, o kadar çok batmalarına yardım edersin.”
Bu cümle, bir ebeveyn olarak çok düşündürdü beni. Çünkü biz çocuklarımızı iyi niyetle koruyoruz, destekliyoruz, yol gösteriyoruz sanıyoruz. Ama bazen, birinin kendi gücünü bulmasına engel oluyoruz. Oysa bazen yardım etmek, hiç karışmamaktır.
İzin vermektir. Düşmesine, denemesine ve öğrenmesine…Bu oldukça yönetilmesi zor ve sancılı bir süreç bununla beraber ödülü paha biçilmez.
Bunu öğrendiğimde hayatımda da büyük bir dönüşüm başladı.
Artık çevremdekilere her şeyi anlatmak yerine, sadece doğru soruları soruyorum.
Cevabı onların bulmasına izin veriyorum. O zaman hem özgüven hem sorumluluk artıyor.
Eskiden zannediyordum ki, güçlü olmak demek kontrolü hiç kaybetmemek demek.
Şimdi biliyorum ki, güçlü olmak bazen hiçbir şey yapmamayı seçebilmek. Artık hem işimde hem özel hayatımda bunu hatırlatıyorum kendime: Bir plan bozulduğunda, biri uzaklaştığında, bir fikir beklediğim ilgiyi görmediğinde sadece diyorum ki: Let Them.
Bırak.
Ve sonra ekliyorum: Let Me.
Şimdi ben ne yapabilirim?
Hanzade Acar Kimdir?
Hanzade Acar, Onda Consultancy’nin kurucu ortağı ve konferans konuşmacısıdır. Kültür haritalama, farklı kültürlerin çalışma prensipleri, sürdürülebilirlik ve storytelling in business alanlarında uzmandır; bu konularda kurumlara özgün projeler geliştirmektedir. Ulusal ve uluslararası çalışmaları bulunan Acar, sanat, kültür ve iş dünyasını buluşturan yazılarında dönüşüm ve estetik kavramlarını merkeze alır.