Enerji dünyasında bazı değişimler vardır ki uzun süre sessizce birikir, doğru zaman geldiğinde ise bir anda yeni bir çağın kapısını aralar. Jeotermalde bugün yaşadığımız dönüşüm bana tam olarak bunu hatırlatıyor. Yıllardır yenilenebilir enerji ailesinin “ağır işçisi” olarak görülen jeotermal şimdi bambaşka bir evreye giriyor.
Üstelik Türkiye bu dönüşümün çevresinde değil, tam merkezinde duruyor; fakat çoğu zaman bunun farkında bile değiliz.
Geçen gün Jeotermal Yatırımcılar Derneği Başkanı Ömer Tosun’la uzun bir sohbet ettik. Bu konuşma benim için hem hatırlatıcı hem de ufuk açıcı oldu. Çünkü Tosun, klasik jeotermalin sınırlarına dayanmış bir sektörün, yeni bir mühendislik devrimiyle nasıl yeniden ayağa kalkabileceğini öyle sakin, öyle berrak bir şekilde anlattı ki yıllardır sahada gördüğüm onlarca gözlemin zihnimde birleştiğini hissettim.
“Jeotermali yeniden düşünmeliyiz” dedi. “Doğa bize ne verirse onunla yetinmek zorunda olduğumuz dönem bitti. Şimdi mühendisliğin sınırları belirleyecek.”
Bu cümle beni derinden etkiledi. Çünkü gerçekten de artık tamamen yeni bir sayfaya geçiyoruz.
Dünya jeotermalinin yönü değişiyor
Küresel jeotermal kapasite bugün 17 GW civarında. Rakam küçük görünebilir ama değişim kapasitede değil, bakış açısında. ABD’den Endonezya’ya, Kenya’dan İzlanda’ya kadar birçok ülke jeotermali artık yalnızca elektrik kaynağı olarak değil, kesintisiz çalışan bir enerji güvenliği çıpası olarak görüyor. Çünkü fosil yakıtlarda yaşanan şoklar, iklim krizinin tetiklediği kuraklıklar, rüzgâr ve güneşin değişken doğası ülkeleri yeni çözümler aramaya zorluyor.
Jeotermal, bütün bu dalgalanmaların ortasında “yerli, sürekli, dayanıklı” bir seçenek olarak öne çıkıyor. Ancak klasik jeotermal sistemlerin doğaya bağımlılığı—rezervuarın niteliği, reenjeksiyon problemleri, kimyasal riskler ve mikrosismik tartışmalar—yıllardır sektörün elini bağlayan bir kısıt olarak karşımıza çıkıyordu.
İşte bu tabloyu tamamen değiştiren şey, mühendisliğin devreye girdiği kapalı devre jeotermal sistemler (AGS).
Jeotermalin mühendislikle yeniden yazılan hikâyesi
Kapalı devre sistemlerde yeraltındaki akışkan yüzeye çıkmıyor; sıcak kaya kütlesinin içinden geçen sızdırmaz boruların içindeki ısı transfer akışkanı yüzeye geliyor. Kimyasal risk yok. Reenjeksiyon yok. Mikrosismik risk yok. Jeolojik sürprizlerin yarattığı finansal kaygılar yok. Yani jeotermalin kaderi artık doğaya değil, mühendisliğe bağlı.
Bu, jeotermal tarihinde bir devrimdir.
Dünya da bunun farkında. Bill Gates destekli Fervo Energy, Chevron’un ortak olduğu Eavor, MIT tabanlı Quaise Energy ve GreenFire gibi şirketlerin bu alanda milyarlarca dolarlık yatırımlara yönelmesi boşuna değil.
Exxon, Shell ve BP gibi petrol devlerinin jeotermale geri dönüşü de tesadüf değil. ABD Enerji Bakanlığı AGS’i artık stratejik baz yük teknolojisi olarak tanımlıyor.
AGS, jeotermali sınırlayan zincirleri kırdı.
Kısacası, jeotermal “doğal bir lütuf” olmaktan “mühendislik ürünü bir enerji çözümü” haline geliyor.
Türkiye bu dönüşümün neresinde?
Burada mütevazı davranmaya gerek yok: Türkiye jeotermalde Avrupa’nın birincisi, dünyanın dördüncüsü. Ege’deki sahalar, Kayseri–Niğde hattındaki sıcak kaya potansiyeli, Orta ve Doğu Anadolu’nun jeolojik yapısı Türkiye’yi jeotermal açısından dünyanın en ilginç ülkelerinden biri yapıyor.
Ancak esas kritik nokta şu: Türkiye’nin petrol ve gaz sektöründen gelen güçlü sondaj kabiliyeti, AGS için neredeyse biçilmiş kaftan. Bu ülkenin elinde dünya standartlarında sondaj şirketleri, tecrübeli mühendisler, metal-mekanik altyapısı, borulama ve ısı teknolojileri bulunuyor.
Yani AGS’in ihtiyaç duyduğu her şey bizde aslında zaten var.
Buna rağmen uzun süre klasik jeotermalin sorunlarıyla o kadar meşgul olduk ki, yeni teknolojiyi görmekte geciktik. Çevresel tartışmalar, reenjeksiyon sıkıntıları, belediyelerle yaşanan iletişim sorunları, kamuoyunda oluşan güvensizlik… Bunların hepsi jeotermalin hak ettiği itibarı gölgelemişti.
AGS bu gölgeyi ortadan kaldırma fırsatı sunuyor.
Ömer Tosun’un uyarısı: “Bu işte yeniden oyun kurabiliriz”
Ömer Tosun’la konuşurken hissettiğim şey şuydu: Türkiye’nin jeotermalde yeni bir atılım yapma ihtimali sadece teknik bir konu değil, aynı zamanda liderlik meselesi.
Tosun’un şu sözleri kulaklarımda kaldı:
“AGS, jeotermalin yeniden doğuşudur. Bu dönüşümde Türkiye yalnızca uygulayıcı değil, kural koyucu olabilir.”
Bu iddia cesur ama temelsiz değil.
Türkiye, AGS ile Kapadokya’dan Erzurum’a, Konya’dan Van’a kadar bugün jeotermal açıdan “kullanılamaz” denilen birçok bölgeyi dev bir enerji havzasına dönüştürebilir. Şehir ısıtması, tarımsal seracılık, sanayi proses ısısı, termal turizm, hidrojen üretimi… Tüm bunlar AGS ile yeni bir boyut kazanabilir.
Jeotermal enerji artık yalnızca elektrik üretimi değil; bölgesel kalkınma modelidir.
Devletin rolü: Engel değil, yön gösteren bir akıl
Türkiye’nin enerji tarihinde en sık gördüğüm sorunlardan biri, devletin zaman zaman “oyuncu” gibi sahaya inmesi. Oysa jeotermal gibi uzmanlık ve mühendislik isteyen alanlarda devletin rolü kuralları koymak, standartları belirlemek, süreci düzenlemek ve yatırımcının önünü açmak olmalı.
AGS, çok daha sade bir regülasyon ve çok daha net bir vizyon gerektiriyor.
Devlet eğer bu vizyonu doğru şekilde ortaya koyarsa, Türkiye jeotermalde yeni bir endüstri yaratabilir. Aksi hâlde bu fırsat bir kez daha elimizden kayıp gidebilir.
Özel sektörün sınavı: Vizyonu olan şirketler kazanacak
Jeotermal sektöründe yıllardır gözlemlediğim bir gerçek var: Kimi şirketler yalnızca kısa vadeli elektrik satışıyla ilgilenir, kimileri de geleceği görür, büyük resmi okur ve teknolojiye yatırım yapar.
AGS ikinci grubu tercih ediyor.
Bu teknoloji, yalnızca kuyu açmayı değil, bilimsel merakı, mühendislik cesaretini, uzun vadeli düşünmeyi, uluslararası iş birliğini, toplumsal iletişimi ve çevresel hassasiyeti bir arada talep ediyor.
Jeotermal artık sadece enerji meselesi değil; bir ekosistem meselesi.
Yerelin gücü: Jeotermal halkla buluştuğu ölçüde büyür
Türkiye’de klasik jeotermal yüzünden bazı bölgelerde toplumla ilişki gerildi. Bunun nedeni çoğu zaman yanlış iletişim, eksik bilgilendirme ve çevresel risklerin yeterince yönetilememesiydi.
AGS bu algıyı tersine çevirebilecek bir fırsat sunuyor.
Sızıntı yok.
Reenjeksiyon yok.
Deprem tartışması yok.
Koku yok.
Kimyasal salınım yok.
Bu nedenle AGS, yerel halkla doğru kurulan bir güven ilişkisi sayesinde enerjiyi bir “rahatsızlık kaynağı” değil, “refah kaynağı” haline getirebilir.
Türkiye için stratejik kazanç
AGS’in Türkiye’ye sunacağı değer yalnızca enerji değil; dört ayrı alanda stratejik güç yaratıyor:
Enerji güvenliği: Kesintisiz yerli baz yük üretimi.
Sanayi rekabeti: Düşük maliyetli ısı sayesinde üretimde avantaj.
İhracat imkânı: Türk mühendisliği ve ekipmanının dünya pazarlarına açılması.
Finansman: Uluslararası kurumların AGS’i öncelikli yeşil teknoloji olarak desteklemesi.
Bu alanların her biri, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığına doğrudan katkı sunabilecek nitelikte.
Bu hikâye daha yeni başlıyor
Jeotermal Türkiye’nin yalnızca enerji değil, aynı zamanda kader meselesidir. Bugüne kadar klasik jeotermalde önemli işler yaptık ama şimdi bundan daha büyüğünün eşiğindeyiz. AGS, Türkiye’nin enerji sisteminde gerçek bir paradigma değişimi yaratabilir.
Bu değişimi başlatmak için elzem olan şey teknoloji değil; iradedir.
Doğru kadro, doğru vizyon, doğru liderlik…
Ve bana kalırsa Türkiye bu dönüşüme sandığımızdan çok daha hazır.
Ömer Tosun gibi sahada nefes alan, risk alan, araştıran ve sorgulayan liderler oldukça bu ülkenin jeotermalde öncü olması hiç de uzak bir ihtimal değil.
Jeotermalin hikâyesi bitmedi.
Asıl hikâye şimdi başlıyor.