Bu satırları akademik bir mesafeden ya da masa başı bir kurguyla yazmıyorum.
Kırk yılı aşkın süredir diplomasi, enerji ve güvenlik dosyalarının içinde bulunmuş; Washington’dan Brüksel’e, Moskova’dan Pekin’e uzanan masalarda Türkiye ve uluslararası kuruluşlar adına görev yapmış biri olarak yazıyorum.
Bu yüzden son yıllarda yaşananları —ve açıkçası 2026’ya doğru hızlanacağını düşündüğüm gelişmeleri— “birbirinden kopuk krizler” olarak görmem mümkün değil. Aksine, Türkiye’nin etrafında giderek daralan, çok katmanlı, bilinçli bir baskı ve çevreleme hattı oluştuğunu görüyorum.
Üstelik bu süreç, içeride kırılganlıkların arttığı, “terörsüz Türkiye” hedefi etrafında yoğun bir çaba verildiği ve bazı dış aktörler açısından bunun adeta bir “tarihi fırsat penceresi” olarak okunduğu bir döneme denk geliyor.
Açık konuşayım: Bu hat geçtiğimiz aylarda Gazze’de görünür hâle geldi; ama orada bitmeyeceği artık aşikâr.
Gazze: İlk halka açık mesaj
Gazze’de kurulması konuşulan savaş sonrası düzen ve istikrar gücü tartışmalarında Türkiye’nin sistematik biçimde dışlanması bir protokol kazası değildi. İsrail’in açık vetosu ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bunu fiilen kabullenmesi, Ankara’ya verilen net bir mesajdı:
“Bu masada seni istemiyoruz.”
CENTCOM öncülüğünde Doha’da yapılan ve yaklaşık 45 ülkenin davet edildiği Gazze odaklı toplantıda Türkiye’ye fiilen kırmızı kart gösterildi. Bu, bilinçli bir siyasi tercihti. İsrail basını bunu açıkça yazdı: “Gazze’de Türk askeri olmayacak.”
Buradaki mesele Türkiye’nin askeri kapasitesi değil; niyetine duyulan güvensizlik. Hamas’ı terör örgütü olarak tanımayan, “önce işgal bitsin” diyen ve İsrail’i diplomatik ve hukuki cephede zorlayan bir Türkiye algısı, Tel Aviv’de artık “hasım aktör” kategorisine yerleşmiş durumda.
Gazze, bu stratejinin sadece ilk halkası oldu.
Ege ve Doğu Akdeniz: Savunmaya zorlama
İkinci halka Ege ve Doğu Akdeniz. Yunan adalarının Lozan ve Paris Antlaşmaları’na aykırı biçimde silahlandırılması artık geçici bir refleks değil; kalıcı bir askeri tahkimat. ABD üsleri, Fransız silah sistemleri ve İsrail menşeli istihbarat–füze altyapıları iç içe geçmiş durumda.
Türkiye’ye verilmeyen F-35’lerin Yunanistan envanterine girmesi de tesadüf değil; hava üstünlüğünde dengeyi bozmayı hedefleyen bir hamle.
Amaç açık: Türkiye’yi Ege’de savunma psikolojisine hapsetmek, Doğu Akdeniz’e uzanan manevra alanını daraltmak ve Ankara’yı oyun kuran değil, reaksiyon veren bir aktöre indirgemek.
Kıbrıs: Donmuş dosyadan ileri karakola
Üçüncü halka Kıbrıs. Washington’un Güney Kıbrıs’a yönelik silah ambargosunu kaldırması, NATO’ya yakınlaştırma adımları ve İsrail menşeli sistemlerin adaya yerleştirilmesi, Kıbrıs’ı fiilen Türkiye’ye karşı ileri bir askeri platforma dönüştürüyor.
Bu arada Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle kapanmış olması gereken dosyanın, Rum ve Türk liderlerin yeniden görüşmeye zorlanması üzerinden canlandırılmaya çalışılması da dikkat çekici.
Önümüzdeki dönemde Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği dönem başkanlığını üstlenecek olması, bu hatta ciddi bir siyasi destek sağlayacak. Brüksel’i ve “al gülüm–ver gülüm” pazarlık mekanizmalarını içeriden bilen biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Dönem başkanlığı sembolik değildir; gündem kurar, dosya hızlandırır, ittifakları şekillendirir.
Diplomatik kayma: Orta Asya’dan Washington’a
Bu baskı yalnızca askeri değil; diplomatik alanda da derinleşiyor. Orta Asya cumhuriyetlerinin ABD ve AB fonlarıyla Rum tarafına hızla yakınlaşması, Ankara’ya danışmadan Güney Kıbrıs’ta büyükelçilik açmaları basit bir tercih değil; stratejik bir yön değişimidir.
Elbette bu ülkelerin Çin ve Rusya karşısında dengeleme arayışı meşrudur. Ancak bu dengeleme giderek Türkiye’yi dışlayan bir hatta oturtuluyor. Washington’da Beyaz Saray’da Orta Asya liderlerinin Donald Trump tarafından topluca ağırlanması bir nezaket fotoğrafı değil; “yeni referans noktası burası” mesajıdır.
Bu çerçevede Türkiye’yi Orta Asya’ya doğrudan bağlayacak Zengezur Koridoru’nun Amerikan denetimi altında, İran ve Rusya zayıfken gündeme gelmesi de tesadüf değil. Güney Kafkasya’da yeni bir güç mimarisi inşa ediliyor; Türkiye bu mimaride merkez değil, kenar aktör olmaya zorlanıyor.
Ukrayna–Rusya savaşı sona ererse, Karadeniz’de güç dengelerinin ve Türkiye’nin yeni denklemdeki yerinin ne olacağı da hâlâ belirsiz. Batı baskısı Rusya ile ilişkilerimizi zorlarken, Çin’le ilişkilerde de “ya onlarla ya bizimle” türü tercih dayatmaları giderek artıyor.
Yeni değişken: İsrail–Azerbaycan hattı
Bu tabloya bir unsur daha eklendi: İsrail ile Azerbaycan arasındaki ilişkinin artık taktik değil, stratejik ortaklık seviyesine çıkmış olması. Enerji, savunma, istihbarat ve teknoloji boyutları olan bu hat, Güney Kafkasya’dan Doğu Akdeniz’e uzanan yeni bir jeopolitik bağ dokusu yaratıyor.
Azerbaycan’la kardeşliğimiz elbette tartışmasız. Ancak İsrail’in Azerbaycan üzerinden İran’a, Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya uzanan etkisi, Türkiye’nin “tek referans noktası” olma iddiasını sessizce aşındırıyor.
Güney hatları: Libya, Mısır, Lübnan, Suriye
Baskı hattı güneye indikçe daha da netleşiyor. Daha birkaç gün önce, Ankara’nın hemen dibinde, Libya Genelkurmay Başkanı’nın da içinde bulunduğu bir askeri heyetin şüpheli uçak kazası (ya da suikast) sonucu hayatını kaybetmesi, eğer suikast bağlantısı netleşirse, Türkiye–Libya ilişkilerini bozmayı hedefleyen bilinçli bir provokasyon olarak da okunabilir.
Mısır’la ilişkiler Sisi döneminde yumuşama sinyalleri verse de, nihai tabloda Kahire İsrail–Yunanistan–Güney Kıbrıs eksenine daha yakın duruyor. Lübnan, Doğu Akdeniz denkleminde tarafını belli etmeye zorlanıyor; Güney Kıbrıs’la imzaladığı deniz yetki alanı anlaşması bunun en açık göstergesi.
Suriye ise hak ve menfaatleri ihlal edilmesine rağmen, hem iç kırılganlıklar hem de İsrail’in güvenlik kıskacı nedeniyle Akdeniz’de henüz anlamlı bir varlık gösteremiyor.
“Yeni Osmanlı” algısı: Sessiz ama etkili bir engel
Burada çuvaldızı biraz da kendimize batırmak gerekiyor. Ankara’nın yüzleşmesi gereken bir gerçek daha var. Birçok eski Osmanlı toprağı ülkede, Türkiye’nin son yıllardaki Balkanlar, Kafkasya, Doğu Akdeniz ve Afrika hamleleri “doğal nüfuz” değil; “Yeni Osmanlı rujuyla eski etki alanlarını canlandırma” çabası olarak algılanıyor.
Libya’dan Somali’ye, Sahra altı Afrika’dan Arnavutluk’a, oradan Orta Asya’ya uzanan geniş menzilde Ankara’nın hızlı ve meydan okuyucu adımları, bazı başkentlerde hayranlıktan çok temkin ve huzursuzluk üretiyor. Açık söyleyeyim: Gittiğim ülkelerde bunu birebir görüyorum. Haklı olsak bile, algı savaşını kaybediyoruz. Bu da Batılı aktörlerin “Türkiye’ye karşı denge” söylemini pazarlamasını kolaylaştırıyor.
Tepki yetmez, oyun yeniden kurulmalı
Bütün bu unsurlar bir araya geldiğinde şu gerçekle yüzleşmek zorundayız:
Türkiye sadece dışlanmıyor; kenara itiliyor, yanlış okunuyor ve zaman zaman bilinçli biçimde çarpıtılıyor.
Bu noktada diplomatik protestolar, sert açıklamalar ya da kınamalar yetmez. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey; çok daha kararlı bir caydırıcılık ile eşzamanlı olarak yeniden oyun kurma iradesi. Diplomatik, ekonomik, askeri ve istihbari kapasitesini akıllı, seçici ve rafine bir stratejiyle kullanmak; gücünü göstermek kadar algıyı da yeniden inşa etmek.
Açık söyleyeyim: İş gerçekten zor. Çünkü Türkiye aynı anda Gazze’de dışlanıyor, Ege’de sıkıştırılıyor, Kıbrıs’ta ileri karakolla karşılaşıyor, Orta Asya’da, Hazar’da ve Balkanlar’da denge arayışlarının dışında bırakılmak isteniyor.
Ama bu coğrafyada geri çekilmenin bedeli, ileride çok daha ağır olur. Boşluk bırakılan yeri başkaları doldurur; geri almak ise hiç kolay olmaz.
Gazze sadece başlangıçtı.
Asıl soru artık şu:
Türkiye bu tabloyu seyreden bir ülke mi olacak, yoksa stratejik bir yeniden kalibrasyonla kendi merkezini yeniden kuran bir bölgesel güç mü?
Bu soru teorik değil.
Stratejik bir zorunluluk.
Türkiye, Almanya’dan Çin’e, Suudi Arabistan’dan Rusya’ya uzanan geniş coğrafyada ekonomik, askeri ve siyasi kapasitesiyle bunu yapabilecek nadir ülkelerden biri. Yeter ki içeride kırılganlıklarını azaltıp tek vücut olmayı başarabilsin. Ve stratejik aklı süratle devreye alsın.