Türkiye’nin arada kalışı: Üst kimliğimiz din mi, millet mi?
İnsanlık tarihi boyunca aidiyet duygusu iki temel sütun üzerine inşa edilmiştir: din ve millet. Bu iki unsurdan hangisinin üstün kimlik olduğu ise, inanç sistemlerine ve tarihsel deneyimlere göre değişiklik gösteriyor. Özellikle üç büyük semavi din olan Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet, bu konuda çarpıcı farklılıklar sergiliyor. Bu farklılıklar yalnız bireyleri değil, aynı zamanda milletlerin karakterini ve devletlerin yönelimini de şekillendirdi.
Musevilik: Din ile milletin ayrılamazlığı
Yaklaşık 5.285 yıllık tarihiyle Musevilik, belki de din ile milleti birbirinden ayırmadan tanımlayan yegâne sistem. “Yahudi” ifadesi yalnızca bir inancı değil; bir halkı, bir soyu, bir tarihi ve bir milleti temsil eder. Din değiştirerek Yahudi olmak teknik olarak mümkün; ancak Yahudi halkının içine doğmak, çok daha derin bir kabul görüyor. Tevrat’ın “seçilmiş kavim” vurgusu, Museviliği hem dini hem de etnik bir kimlik haline getirir. Musevilikte din ve millet birbirinden ayrılmaz; biri diğerini kutsar.
Hristiyanlık: Ulusun ruhunu taşıyan din
Milattan sonra ilk yüzyılda doğan Hristiyanlık, başlangıçta sınırları aşan evrensel bir mesaj taşırken zamanla millî kimliklerle iç içe geçmiş bir hale geldi. Bugün bir Fransız, bir İngiliz ya da bir Rus için Hristiyanlık çoğu zaman bir ibadetten ziyade millî kimliğin kültürel bir uzantısı olarak görülür. Bir İngiliz, “Önce Hristiyanım sonra İngilizim” demez; “İngilizim—Anglikanım” diyerek milletin önceliğini ifade eder. Batı dünyasında Hristiyanlık çoğu zaman millete hizmet eden bir kutsallık düzeyine indirgendi.
İslam: Milleti aşan bir ümmet anlayışı
İslamiyet, 7. yüzyılda ortaya çıktığında, etnisite, sınıf veya kabile farkı gözetmeksizin herkesi eşitleyen evrensel bir mesaj sundu. İslam’da “ümmet” kavramı, millî kimliğin önüne geçen üst bir kimlik olarak kurgulandı. Hz. Muhammed’in, “Arap’ın Acem’e üstünlüğü yoktur” sözü, inanç temelli bir topluluğun etnik farklılıkların üstünde konumlandığını açıkça gösterir.
Bu anlayış tarih boyunca İslam toplumlarında millî kimliğin geri planda kalmasına neden olmuştur. Osmanlı’da insanlar “ümmet” kavramı içinde tanımlanırdı ve 19. yüzyıla kadar “Ben Türküm” demek hoş karşılanmazdı. İslam dünyasında genellikle “Önce Müslümanım, sonra Arap, Türk ya da Farsım” anlayışı egemen oldu.
Türkiye örneği: İki kimlik arasında sıkışmışlık
İşte tam bu noktada Türkiye, ikili bir gerilim yaşamaktadır. Cumhuriyet’in kurucu kadroları, Osmanlı’daki din temelli düzenin yerine modern, laik ve ulusal bir kimlik inşa etmeye çalıştı. “Ne mutlu Türküm diyene” sözü bu kimlik devriminin en güçlü ifadesiydi. Ancak bu proje toplumun her kesiminde aynı karşılığı bulmadı.
Türkiye’de laiklik hiçbir zaman tam anlamıyla kurumsallaşmadığı için, din zaman zaman milletin önüne geçebildi. Bugün hâlâ önemli bir kesim “Önce Müslümanım, sonra Türküm” anlayışını benimsiyor. Bu durum sadece bireysel bir inanç tercihi değil, aynı zamanda bir kimlik hiyerarşisini de yansıtıyor.
Bu hiyerarşi, eğitim sisteminden devlet söylemine kadar pek çok alanda etkili oluyor. Bir kısım kendini Türk kimliğinden ziyade İslam ümmetine ait hissederken, diğer kısım laik ve Atatürkçü bir Türk kimliğini savunuyor. Sonuç olarak, aynı toplumda iki farklı kimlik kodu çatışmaya başlıyor.
Peki ne yapmalı?
Kökleşmemiş bir laiklik ve zayıf vatandaşlık bilinci, Türkiye’yi kimlik krizlerine karşı kırılgan hale getiriyor. Oysa sağlıklı bir toplumsal yapı, bireyin inanç özgürlüğünü korurken, milleti ortak bir paydada birleştirecek bir modeli benimsemelidir. Bu model ne dini bastırmalı ne de milleti önemsizleştirmelidir.
Türkiye’nin ihtiyacı olan, din ile milletin çatışmadığı, birinin diğerini gölgeleyerek devleti şekillendirmediği bir denge rejimidir. Birey elbette dindar olabilir; ancak vatandaşlık tanımı seküler bir zeminde kurulmalı, devletin dili ise dinden değil hukuktan beslenmelidir.
Son söz
Musevilik din ile millet arasında ayrım yapmaz. Hristiyanlık dini milletin üzerine inşa eder. İslam ise ümmeti milletlerin ötesine yerleştirir.
Türkiye ise bu üç kimlik modelinin kesişiminde, ancak hiçbirini tam anlamıyla içselleştirememiş bir noktada duruyor.
Bu nedenle belki de Türkiye’de sorulması gereken en temel soru şudur:
Kimliğimizin en üstünde ne olmalı? Din mi, millet mi, yoksa ortak bir vatandaşlık mı?
"Haberler" Kategorisinden Daha Fazla İçerik
Yazarlar
Çok Okunanlar
-
forbes.com.tr
Dünyanın en zengin 10 insanı (Ocak 2025)
-
-
-
-
forbes.com.tr
En zengin Türklerin sıralaması nasıl değişti?