İstihbarat deyince çoğu insanın zihninde hâlâ aynı sahneler canlanıyor: casuslar, gizli operasyonlar, James Bond filmleri…
Oysa yıllar içinde şunu çok net gördüm: Gerçek hayat ne o kadar romantik ne de o kadar gizli. Aksine, çok daha sade, çok daha görünür ve çok daha sert.
Bugün istihbarat, sadece devletlerin değil, iş dünyasının da yaşamsal meselesi. Üstelik bu, teorik bir tespit değil; birebir yaşanmışlıkların süzgecinden geçen bir gerçek. Çünkü artık şirketlerin kaderini belirleyen şey, ne kadar büyük oldukları değil; riskleri ne kadar erken fark edebildikleri.
Belirsizlik çağında yönetmek
Son yıllarda farklı coğrafyalarda, farklı sektörlerde, farklı masalarda aynı cümleyi tekrar tekrar duydum:
“Bunu öngöremedik, hazırlıksız yakalandık.”
Risklerin hızla arttığı, iş planlarının sürekli revize edildiği bir dünyadayız. Jeopolitik belirsizlikler artık sadece devletleri değil; ticareti, yatırımı, finansmanı ve şirket değerlemelerini doğrudan etkiliyor. Bir sabah uyanıyorsunuz, sınırlar kapanmış. Ertesi gün tedarik zinciri kopmuş. Bir hafta sonra yaptırım gelmiş, bir ay sonra regülasyon değişmiş.
Bu ortamda şirketler için en büyük tehdit çoğu zaman rakipler değil; öngörü be istihbarat eksikliği. İşte bu yüzden istihbarat, fark edilmeden ama kararlı biçimde CEO’ların ve yönetim kurullarının masasına girdi. Girmek zorunda kaldı.
İstihbarat gizli bilgi değil, doğru okumadır
Şunu özellikle vurgulamak isterim:
İş dünyasında istihbarat; gizli belge çalmak, etik dışı yöntemlere başvurmak ya da “arka kapı bilgisi” kovalamak değildir. Benim anladığım ve savunduğum istihbarat, herkesin erişebildiği bilgiyi, herkesin göremediği şekilde okuyabilme becerisidir.
Yıllar içinde çalıştığım ya da danışmanlık verdiğim güçlü şirketlerin ortak bir refleks geliştirdiğini gördüm. Sadece bilançoya ya da satış rakamlarına bakmıyorlar.
Şunları da sürekli izliyorlar:
• Regülasyon taslaklarının satır aralarını
• Siyasi söylemlerdeki küçük ama anlamlı ton değişimlerini
• Medya ve kamuoyu algısının hangi yöne kaydığını
• Rakiplerin yatırım, ortaklık ve üst düzey atama hamlelerini
• Paris’te, Londra’da, İstanbul’da, New York’ta kulislerde dolaşan havayı
Bunların hiçbiri gizli değil. Ama herkes bakarken, az kişi gerçekten görüyor.
Jeopolitik risk artık herkesin sorunu
Eskiden jeopolitik risk denince akla enerji şirketleri ya da savunma sanayii gelirdi. Bugün ise neredeyse her sektör bu risklerin doğrudan hedefi. Bir bölgesel kriz, sadece petrol fiyatını değil; finansmana erişimi, sigorta maliyetlerini, navlun fiyatlarını ve yatırım iştahını aynı anda vurabiliyor.
Üstelik mesele sadece makro düzeyde de değil. Defalarca şahit oldum:
• Teknoloji casusluğu
• Ticari sırların sızdırılması
• Müzakere pozisyonlarının karşı tarafa önceden geçmesi
• Stratejik planların yanlış ellerde dolaşması
Bu tür olaylar şirketleri milyonlarca, hatta milyarlarca dolarlık zarara uğratabiliyor. Bugün bir algoritmanın ya da bir yatırım planının çalınması, bir fabrikanın yanmasından çok daha yıkıcı olabiliyor.
Risk bazen içeriden gelir
Modern iş dünyasında risk sadece dışarıdan gelmez. Ortağınız rakibiniz olabilir, rakibiniz yarın ortak masasına oturabilir. Kilit görevdeki bir yöneticinizin çıkar çatışması, bilgi sızdırma ihtimali ya da bilinçli ya da bilinçsiz yanlış yönlendirmesi; dış tehditler kadar tehlikelidir.
Bu yüzden istihbarat, yalnızca piyasayı izlemek değildir. Aynı zamanda şirketin kendi iç ekosistemini doğru okuyabilme ve gözetleme yeteneğidir:
• Kim hangi bilgiye erişiyor?
• Kritik kararlar kimlerin etrafında şekilleniyor?
• Kurum içindeki güç dengeleri nereye kayıyor?
Bunları görmeyen şirketlerin çoğu, zararı fark ettiklerinde iş işten geçmiş oluyor.
CEO’lar için yeni rol tanımı
Bugün CEO’lardan sadece iyi birer yönetici olmaları beklenmiyor. Stratejik istihbarat sorumluluğu, liderliğin ayrılmaz bir parçası haline gelmek zorunda.
Birincisi, iş istihbaratı.
CEO’nun rakibin ne yaptığını değil, neden yaptığını anlaması gerekiyor. Pazar nereye gidiyor? Sermaye hangi yöne akıyor? Regülasyon hangi hızla değişiyor?
İkincisi, karşı istihbarat.
Bilgi toplamak kadar, bilgiyi korumak da kritik. Teknoloji casusluğu, ticari sır sızıntıları, müzakere pozisyonlarının çalınması artık istisna değil; risk haritasının doğal parçası.
Üçüncüsü, kurumsal dayanıklılık ve itibar yönetimi.
Bir kriz anında şirketi ayakta tutan şey sadece bilanço değil; güven, algı ve itibar. Sosyal medya dalgaları, siyasi söylemler ve aktivist baskılar saatler içinde şirket değerini eritebiliyor. Bunlar artık iletişim departmanına bırakılacak kadar “yan” riskler değil; doğrudan liderlik riskleri.
Büyük şirketler bu gerçeği çoktan kabul etti
Bunu açıkça söyleyebilirim: Yakından tanıdığım ve izlediğim birçok büyük şirkette, bu alan artık gayriresmî değil. Küresel şirketler; eski istihbaratçılarla, emekli güvenlik bürokratlarıyla, güçlü diplomatlarla ya da bu alanda uzmanlaşmış bağımsız danışmanlar ve güvenlik şirketleriyle çalışıyor.
Merak edip bakıyorum: Büyük İngiliz, Alman, Fransız, İtalyan ya da Amerikan şirketlerinin yönetim kurulu özgeçmişlerinde CIA, MI6, DGSE, BND, AISE gibi gizli servislerden gelen isimlere ya da üst düzey diplomatik geçmişi olan yöneticilere sıkça rastlıyorsunuz.
Amaç kimseyi izlemek ya da gizli işler çevirmek değil. Amaç; kör noktaları azaltmak, riskleri erken görmek, kritik müzakerelerde şirketin pozisyonunu korumak ve hazırlıksız yakalanmamaktır.
Özellikle birleşme–satın alma süreçlerinde, büyük altyapı ve enerji projelerinde, teknoloji ve veri yoğun sektörlerde bu yaklaşım artık istisna değil, norm.
Teknoloji güçlü ama insan hâlâ merkezde
Elbette teknoloji oyunu değiştirdi. Büyük veri, yapay zekâ, siber analizler ve piyasa izleme araçları bugün her şirketin elinde. Ama yıllar içinde değişmeyen bir gerçeği de gördüm: En kritik bilgi hâlâ insandan gelir.
Güven algoritmayla kurulmaz.
Sadakat sözleşmeyle ölçülmez.
Kriz, Excel’de değil insan davranışında başlar.
En değerli bilgi çoğu zaman bir raporda değil; bir toplantı arasındaki kahve molasında, “off the record” söylenmiş tek bir cümlede saklıdır.
Son söz
İstihbarat artık sadece devletlerin işi değil. Şirketler de bilgi savaşının içindeler.
Kazananlar en çok konuşanlar değil; en iyi dinleyenler, en doğru okuyanlar ve topladıkları istihbaratı anında kararlarına yansıtanlar olacak.