İran-İsrail çatışması: Türkiye güç ile sağduyu arasında bir yol ayrımında
Ortadoğu, küresel jeopolitiğin yeniden odak noktası haline geldi. İsrail’in İran’daki nükleer tesislere yönelik son saldırısı, yalnızca iki bölgesel rakip arasında bir gerilim artışı değil; aynı zamanda stratejik fay hatlarını Ankara’dan Washington’a, Hürmüz Boğazı’ndan Brüksel’e kadar yeniden şekillendirme potansiyeline sahip derin bir dönüm noktasına işaret ediyor.
Bu, rutin bir çatışma değil. Depremden önceki sarsıntı bence. Zaten kaynamakta olan bölge, şimdi çok daha büyük bir yangının eşiğinde. Füzeler gökyüzünü yararken, eski düzen çatırdıyor. Ve bu istikrarsız satranç tahtasında bir oyuncu, artık ne muğlaklığa ne de eylemsizliğe tahammül edebilir: Türkiye.
İsrail’in doktrini uygulamada: Önleyici saldırı mı, rejim tasfiyesi mi?
İsrail’in gerekçesi, uzun süredir benimsediği “önleyici darbe” doktrinine dayanıyor. Ancak bu kez hesap çok daha varoluşsal, zamanlama daha kasıtlı, mesaj daha meydan okuyucu.
Tahran’ın %60’ı aşan uranyum zenginleştirmesi, artık fiilen silah seviyesine dayanmış durumda. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na göre, İran yalnızca birkaç hafta içinde %90 saflığa ulaşabilir—bu da bir nükleer bombanın teknik eşiği anlamına geliyor.
Ancak mesele sadece uranyum değil. Bu, İran’ın vekil güçleri aracılığıyla kurduğu jeopolitik mimariyi söküp atma girişimi. İsrail’in hedefi yalnızca bir tesis değil; bir ideoloji, bir bölgesel tasarım, bir rejim.
Bu saldırı, aynı zamanda Washington’a da açık bir çağrı: “Eğer siz adım atmazsanız, biz atarız.” Trump yönetimi görünüşte JCPOA’yı diriltmeye çalışıyor görüşmeler yoluyla ve İran’la doğrudan çatışmadan kaçınıyor. İsrail ise bu boşluğu dolduruyor—bana sorarsanız Pentagon’la tam bir koordinasyon içinde.
İçeride siyasi baskı altında olan Netanyahu için de dış kaynaklı bir kriz, içeride meşruiyet yeniden inşa etmek adına tanıdık ve işlevsel bir araç.
Şunu net söyleyelim: İsrail’in nihai hedefi İran’ın nükleer stoğu değil, rejimin ta kendisi. Ve Batı’nın sessiz onayıyla bu yapının demontajı çoktan başlamış durumda.
İran eşiğe dayanmışken, dünya ne kadar farkında?
Teknik olarak İran hazır.
Gelişmiş IR-6 santrifüjleri, şimdiye dek görülmemiş hızda uranyum zenginleştiriyor. Ama nükleer silah, sadece maddesel değil, siyasi bir karardır. Teslimat sistemleri, başlık tasarımı, test altyapısı ve en önemlisi irade gerekir.
İşte çelişki burada başlıyor: Tehdit büyürken, küresel dikkat dağılmış durumda. Ukrayna’daki savaş, Gazze’deki trajedi, Tayvan’daki gerilim, Avrupa’nın enerji açmazı derken İran gölgede ilerliyor. İsrail ise sessizliğin içinde harekete geçiyor.
Sınır tanımayan etki: Türkiye için radyolojik tehdit
Natanz, Fordow gibi İran’ın yeraltı nükleer tesislerine yönelik bir saldırı, sadece askeri bir operasyon değil; medeniyet ölçeğinde bir tehlikedir.
Yanlış hesaplanmış bir patlama, yapısal çökme ya da sabotaj, radyoaktif serpintiyi sınırlar ötesine taşıyabilir. Rüzgarların yönüne göre birkaç saat içinde Türkiye’nin doğu illerine—Van, Iğdır, Ağrı, Hakkâri—ve ötesine yayılabilir.
Bu soyut bir risk değil. Çevresel , tarımsal ve insani bir felaket senaryosu. Ne yazık ki Türkiye bu senaryoya karşı son derece hazırlıksız görünüyor: Ne gerçekçi bir serpinti simülasyonu, ne etkin bir erken uyarı sistemi, ne de yeterli miktarda iyot tabletinden oluşan stratejik stoklar var. Sivil savunma altyapımız iskelet hâlinde.
Bu tehdit yarının değil, bugünün tehdididir. Son dakikada refleksle direnç geliştirilemez.
Enerji güvenliği hedefte
Türkiye, İran’dan yılda yaklaşık 10 milyar metreküp doğalgaz ithal ediyor—toplam tüketimin %15’i. Sabotaj, yaptırım ya da savaş nedeniyle bu akış kesilirse, etkisi derin ve ani olur. Türkmenistan gazının İran üzerinden Türkiye’ye taşınması yönündeki planlar da çatışmanın ağırlığı altında dağılabilir.
Ve elbette Hürmüz gerçeği var. Boğazda yaşanacak bir kriz, petrol fiyatlarını 150 doların üzerine taşır. LNG arzı sıkışır. Enflasyon yükselir. Cari açık kabarır. 2022’de Ukrayna savaşıyla yaşanan enerji şokları, bu yeni krizin yanında neredeyse “ılımlı” kalabilir.
Enerji güvenliği artık bir ekonomik değil, ulusal güvenlik meselesidir.
Hürmüz kapanırsa dünya nefessiz kalır
Hürmüz Boğazı, küresel enerji sisteminin en kritik arteridir. Dünya petrolünün neredeyse üçte biri bu dar geçitten akar. Burada yaşanacak bir tıkanma, tedarik zincirlerini kırar, finansal piyasaları sarsar ve yeni jeopolitik hizalanmaları tetikler.
İsrail’in doğrudan Hürmüz’e askeri müdahale etmesi pek mümkün görünmese de, BAE, Bahreyn ve hatta Suudi Arabistan’la kurduğu ilişkiler daha geniş bir stratejik uyumun habercisidir.
Washington’un sessiz desteğiyle şekillenen yeni bir bölgesel güvenlik ekseni, artık İsrail’in devriye gezmediği ama etkisini hissettirdiği sularda yükseliyor.
Türkiye, bu yeni mimarinin seyircisi olamaz. Ya dümeni eline alır ya da dalgaların altında kalır.
Türkiye’nin kararı: Rakip mi, stratejik denge unsuru mu?
Ankara için karar anı geldi. Türkiye ve İsrail artık rekabet/çatışma ile yakınlaşma/işbirliği arasında gidip gelemez. Bölgesel levhalar kayıyor. Mısır’ın etkisi azaldı, İran’ın kanatları kırılıyor. Geriye sadece Türkiye kalıyor: İsrail’e karşı bölgede dengeleyici güç olabilecek tek aktör.
Salt stratejik bakışla değerlendirirsek, aslında zayıflatılmış bir İran—nükleer emelleri törpülenmiş, vekil güçleri dizginlenmiş—Türkiye’nin çıkarlarına doğrudan aykırı değil. Ancak büyük güç olmak, büyük sorumluluk da getiriyor. Ankara artık İsrail ile birlikte bölgesel denge kuruculuğunu üstlenmek zorunda. Bunun için ise duygusallığa yer vermeyen, güç projeksiyonu ve al gülüm ver gülüm temelli diplomasi, kararlılık ve derin devlet aklı gerekiyor.
Filistin meselesi, kabul etmek gerekiyor ki, Türkiye dış politikasında hem ahlaki hem siyasi bir temel taşı. Ama stratejik kaldıracı olmayan ahlaki söylem, sonuç üretmez, bunu gördük gözlerimizin önünde binlerce Filistinli kadın ve çocuk katledilirken. Duygusal retorik, insani yardım götüremez, nüfuz kuramaz, çözüm yaratamaz.
Gereken şey doğrudan diyalog, kalibre edilmiş baskı, güven, karşılıklı menfaatler dengesi ve pragmatik angajmandır.
Caydırıcılık çıkmazı: Kapasite ile güvenilirlik arasında
Türk Silahlı Kuvvetleri, sayısal olarak büyük olabilir. NATO’da ABD’den sonra ikinci. Ancak hazırlık seviyesi ve etkinliği ne yazık ki tartışmalı görünüyor. Hava kuvvetleri yaşlanıyor.
F-16 modernizasyonu aksıyor. F-35 ve Patriot gibi modern sistemlere erişim, siyasi nedenlerle engelleniyor. S-400’ler rafta. KAAN projesi umut verici ama 2030’dan önce sahaya çıkması beklenmiyor.
SİHA’lar asimetrik üstünlük sağlasa da gelişmiş hava savunma sistemleri karşısında savunmasız. “Mavi Vatan” deniz doktrini stratejik açıdan güçlü, ancak onu taşıyacak platformlar—modern denizaltılar, fırkateynler, entegre harekât yetenekleri—yetersiz.
Ve en kritik nokta: Batı, bu açıkların giderilmesine pek yardımcı olmak istemiyor. Özellikle bu kapasitenin İsrail karşısında kullanılma olasılığı varsa, destek tamamen kapanıyor. Sonuç? Stratejik yalnızlık. İş başa düşüyor, savunma sanayimiz süratle gelişiyor.
Türkiye masada mı oturacak, yoksa masaya mı konacak?
İran’da rejim değişirse Türkiye nasıl pozisyon alacak? Stratejik muğlaklık artık sürdürülemez. Türkiye, ulusal çıkarlarını koruyacak, güç boşluklarını öngörecek ve başka ülkelerin vekâlet savaşlarında sürüklenmeyecek net bir rota çizmek zorunda.
Bu da önce içeride yapılacaklarla başlar: ekonomik istikrar, toplumsal birlik, kurumsal güven. Bunlar olmadan dış politikada etkili olmak mümkün değil.
Bölge yeniden şekillenirken—askeri, diplomatik ve enerji boyutlarında—Türkiye kararını vermeli: Tarihi yazanlardan mı olacak, yoksa seyredenlerden mi?
Duygusal dış politika dönemi sona erdi. Bu artık soğukkanlı realizmin çağı.
Ve bu değişim potasında Türkiye oyunun ana kurucularından biri olmalıdır.
"Dünya" Kategorisinden Daha Fazla İçerik
Yazarlar
Çok Okunanlar
-
-
forbes.com.tr
Dünyanın en zengin 10 insanı (Ocak 2025)
-
-
-
forbes.com.tr
En zengin Türklerin sıralaması nasıl değişti?