Hikayenin sonu var mı?
Dünya genelinde günde 200 milyara yakın sosyal medya ‘story’si izleniyor. 5,5 milyar kullanıcı olduğunu düşünürsek ne kadar hikayeye maruz kaldığımızı siz düşünün. İster bundan 4 bin yıl önce ister bugün, bir hikaye anlatıyorsanız ilk başta dikkat çekip sonra da büyük ihtimalle karşınızdakini iyi hissettirmeniz gerekiyor. Neticede sonu iyi biten ve böyle hissettiren o kadar fazla hikayeye maruz kalıyoruz ki başımıza kötü birşey gelmeyecek gibi düşünüyoruz.
Peki Türkiye Cumhuriyeti’nin hikayesi de böyle mi? Özellikle son yıllarda araştırmalardan biliyoruz ki mutsuz insan oranı mutluların çok üstünde. Bizim hikayemiz kötüye mi gidiyor o zaman?
Memleketlerin hikayesini değerlendirirken toplumun ruh halinden öte verilere bakmak, neticede mutsuzluğun birşeylerin kötüye gitmesinden mi, yoksa gelişmenin yetersiz görülmesinden mi kaynaklandığını düşünmek gerekiyor. Ben de bunu anlamak için ülkemizin hikayesine bir bakmak istiyorum. Bunu yapabiliyor olmamın sebebi KONDA Araştırma’nın abonelerine hediye etmek için hazırladığı 100 yıllık istatistikleri derleyen “TR101” isimli veri görselleştirmesinin bulgularına hakim olmam.
1927’deki ilk nüfus sayımında 13,7 milyon insan yaşıyor. Okuma yazma oranı sadece yüzde 10; kadınlarda yüzde 4. Şimdi yüzde 95 olması başarı gibi görünse de halen Bulgaristan ve Slovenya’nın gerisindeyiz. Nüfusun yüzde 76’sının köylerde yaşadığı bir dönemde eğitim vermek de zor zaten. Henüz göç olmadığından kentlerde kırsal pratikler henüz gözükmüyor. “Beyoğlu’na şapkasız çıkılmazdı” lafı biraz oradan kalma.
1950’lere geldiğimizde yüzde 84 halen tarımda. Sonra kalkınma gayretleriyle beraber göç başlıyor; şehirler gecekondu ile tanışıyor. Artık İstanbullular kırsal pratiklerle karşılaşıyor. Şehrin düşkünleri muamelesi görenlerin bir kısmı kaybedecek bir şeyi olmamasının verdiği cesaretle çok hızlı zenginleşebiliyor. Sonra tabii ki tren garı çıkışında “Seni yeneceğim İstanbul” diyenler artıyor.
1970 nüfus sayımının il verilerine haritada baktığımızda ise İstanbul’un o dönemde bile dolup taştığını görebiliyoruz. Aynı dönemde okuma yazma oranı yüzde 60’ı geçiyor.
Benzer bir hikayeye sahip Brezilya ve Hindistan’da ise nüfusun yönetilemez büyüklüğü gelişmeyi hep bizim gerimizde tutuyordu. Bu durum şu zamana kadar değişmiş değil.
Türkiye’de ilk kadın mühendis 1933’te mezun oldu; ilk kadın bakanıyla ise milletimiz 1971’de tanışıyor. Bugün parlamentonun yüzde 20’si kadın. Kadınlar modernleşmede en önemli lokomotif. Ama ev kadınları yüzde 25 ile bugün halen en büyük çalışan grubu. Kentte gecekonduda yaşayan kadınlar bu işin en eziyet çekenleri oldu. Dolayısıyla kendi kızlarının okuması için ellerinden geleni yaptılar.
Direngen demokrasimizin başına ikinci darbe geldiğinde sene 1980’di. Aynı dönemlerde serbest piyasa ve küreselleşmenin ekonomimizi değiştirmesini istiyoruz. Karşı çıkanlar devlet eliyle fena geri püskürtülüyor. Darbenin küresel güçlerin maharetiyle yapıldığını iddia etmenin sebebi bu olsa gerek.
Darbeler aynı zamanda devleti daha bir ceberrüt hale getiriyor. Hızlı zenginleşme gayreti de eklenince yolsuzluk yaygınlaşıyor, ekonomi hep sekteye uğruyor. Çoğu zaman yönetilemez oluyor.
Enflasyondan şikayet ettiğimiz şu günlerde hatırlatalım ki 1980’le 2000 arası iki kez yüzde 100’ün üzerine çıkıyor. OECD ortalaması ise hiç bir zaman yüzde 10’u üzerinde olmadı.
Artık insan hakları meselesi haline gelen barınma sorunu için Toplu Konut İdaresi kuruldu. Neticede apartmanda yaşama oranı 2008’de yüzde 33’ten bugün yüzde 66’ya geldi. Konut danışmanlığın kısaltması olarak KONDA da ilk araştırmalarını o yıllarda gerçekleştirdi.
2000’lere yaklaşırken kentlerde çoğunluğu oluşturan göç etmiş kişiler artık kendini ezik hissetmiyor ama hissettirilmeye çalışıldığını düşünüyordu. Modernleşme gayretinde olsak da halen dini değerler ve muhafazakar pratiklerin hakim olduğu bir toplumduk. Erdoğan’ın bu dalganın üzerine binerek geldiğini düşünenler çoktur. Sonuçta bu çelişkide yaşayanların temsilcisi oldu. Oy aldığı profilin eğitimi ve sosyal sermayesi ülke geneline paralel şekilde gelişse de her zaman ortalamanın altındaydı.
Erdoğan yönetime geldiği zaman hem Türkiye ekonomisi bir süredir rasyonel yönetiliyordu hem de dünyada para boldu. Global ekonomi içinse tüketicisi bol, dolayısıyla iştah açıcı bir ülkeydik.
Geriye gidip baktığımızda 1934’te bir olan üniversite sayısı 2000 yılı itibarıyla 72’ye; 2022 itibarıyla 208’e ulaştı. Bugün toplumun yüzde 22’si üniversite mezunu. Ancak bu kişilerin 1,5 milyonu işsiz. 1,5 milyonu da ev kadını.
Eğitimdeki yaygınlaşma istihdama değil ama sosyal sermayenin artmasına hiç şüphesiz yaradı. Kültürel aktivitelere katılanların artıyor olmasını buna kanıt olarak gösterebiliriz. Tabii örneğin 2004’te AB’ye katılan Polonya’nın halen gerisindeyiz.
2000’den itibaren İnternet ve sosyal medya da topluma çok hızlı nüfuz etti. 2010’da yüzde 38 olan kullanıcı oranı bugün yüzde 84’e ulaştı. Bu kimin mahareti bilinmez ama geleneksel medyaya olan düşkünlüğün azalmasıyla paralel olduğunu söyleyebiliriz. Yani toplum da talep etti neticede. Bu dönüşüm 2020’de salgınla evlerimize kapanınca hızlandı ama mutsuzlaşmaya başladık. Dünya Sağlık Örgütü’nün modeliyle yaptığımız ölçüme göre dünya geneline kıyasla bile depresiftik.
Türkiye’nin yüzüncü yılına geldiğimizde ise göç devam ediyor. Metropollerde yaşayanların dörtte birinin köyde büyümüş olmasına rağmen dindarlığımız, örtünen kadın oranı ve dine bağlı diğer pratikler azalıyor. Ayrıca kırsal pratikler kırsalda bile azalmaya yüz tuttu. Bunun yanında bireyselleşmenin arttığını göstermek için çok kanıtım var ama bu satırlara sığmayacaktır.
Bu tabloya modernleşme demekte sakınca görmüyorum. Artık toplum sokaklarda değil ama başka her yerde ne istediğini ve ne istenmesi gerektiğini tarif edebilir hale geldi.
Bugün 2025’e girdiğimizde toplumu da kurumları da gelecek korkusu yıpratıyor. Başta bahsettiğim hikayenin iyiye dönmesini istiyor ama anksiyetemize yenik düşüyoruz. Bu durumu 22 yıllık yönetimin popülist politikalarına bağlamak çoğumuzun yaptığı bir çıkarım. Yalnız unutmayın ki aynı dönemdeki modernleşme ivmesini de aynı sebebe bağlamak zorunda kalabiliriz. Benim şahsi fikrim, başımıza her ne geliyorsa sorumlusunun 101 yaşında kocaman bir toplumun harmanlaşmış ortak zihni olduğudur.
Bazılarımızın hikayesi iyi, bazılarımızınki de kötü bitiyor. Ama ‘bizim’ hikayemiz devam ediyor ve sonu yok. Dolayısıyla mutlu son beklentiniz de olmasın.
"Dergi" Kategorisinden Daha Fazla İçerik
Yazarlar
Çok Okunanlar
-
forbes.com.tr
Dünyanın en zengin 10 insanı (Ocak 2025)
-
-
forbes.com.tr
En zengin Türklerin sıralaması nasıl değişti?
-
-