İnsanlığın gelişimi durdu mu?
Sabah haberlerini açtığımızda karşımıza çıkan tablo genellikle hep aynı. Savaş, kriz, göç, yoksulluk, eşitsizlik, doğal afetler. Sosyal medyaya girdiğinizde daha da yoğunlaşıyor; “dünya en kötü dönemlerinden birini mi yaşıyor” sorusu zihnimizde sürekli yeniden üretiliyor.
Geçen gün sağlık sektöründe üst düzey yönetici olan bir arkadaşım; “bugünün çocukları bizden daha kötü bir dünyada büyüyecek” dedi. Belki siz de sık sık aynı cümleyi duyuyorsunuz.
Belki çoğumuz buna inanıyoruz.
Ama tarih başka bir hikaye anlatıyor. İnsanlık, bütün bu sorunlara rağmen, 200 yılda neredeyse akıl almaz bir ilerleme kaydetti.
1820’de insanların yüzde 94’ü günlük 2 doların altında yaşıyordu. Bugün bu oran yüzde on. Dünya Bankası’na göre, yalnızca son 30 yılda 1,2 milyardan fazla insan aşırı yoksulluk sınırından çıktı.
1820’de her 100 kişiden yalnızca 12’si okuma-yazma biliyordu. Bugün bu oran yüzde 85. UNESCO verilerine göre, özellikle kadınların eğitime katılımı toplumların ekonomik büyümesini doğrudan artırdı.
Her 100 çocuktan 43’ü 5 yaşına gelmeden hayatını kaybediyordu. Bugün bu oran yüzde 4. UNICEF, 1990’dan bu yana 122 milyon çocuğun hayatının kurtarıldığını raporluyor.
200 yıl önce dünya nüfusunun sadece yüzde 1’i demokraside yaşıyordu. Bugün bu oran yüzde 56. Eksikleri ve geri adımları olsa da, tarihin uzun eğrisi daha kapsayıcı sistemlere yöneliyor.
1820’de ortalama yaşam süresi 30 yılın altındaydı. Bugün 73 yıl. Bu, tıp devrimlerinin, aşılama programlarının ve yaşam standartlarının en büyük kanıtı.
Bütün bu rakamlar yalnızca soğuk istatistikler değil; hayatlarımızın dokusunu değiştiren başlıklara sığmayan dönüşümler.
Bugün Afrika’da doğan bir çocuk, 50 yıl öncesine göre üç kat daha fazla yaşama şansına sahip. Hindistan’da genç bir kadın, anneannesinin hiç okuyamadığı kitapları üniversitede okuyor.
Latin Amerika’da bir köy, temiz suya erişim sayesinde salgınlardan korunuyor.
Peki biz neden hala kendimizi en kötü dönemde hissediyoruz?
Çünkü ilerleme manşetlerin dışında, arka planda gerçekleşiyor. Bir çocuğun ölmemesi haber olmuyor ama ölen çocuk manşete çıkıyor. Bir milyar insanın yoksulluktan çıkması gündemde yer bulmuyor, ama bir ekonomik kriz günlerce konuşuluyor.
Harvard’ın bir araştırması, negatif haberlerin sosyal medyada yüzde 70 daha fazla yayıldığını söylüyor.
Yani algımızı şekillendiren şey, ilerlemeden çok kriz oluyor.
Yeni sınavımız iklim, teknoloji ve güven
Bugün karşımızda yeni bir sınav var. İklim krizi, eşitsizlik, dezenformasyon, yapay zekanın kontrolsüz yükselişi…
Tarih bize şunu öğretiyor: İnsanlık daha önce imkansız gibi görünen sorunlarını çözmeyi başardı. Çocuk ölümlerini düşürdü, aşırı yoksulluğu azalttı, eğitimi yaygınlaştırdı.
O zaman neden iklim krizini durdurmayalım?
Neden yapay zekayı sorumlu bir şekilde yönetemeyelim?
PwC’nin raporuna göre 2030’a kadar yapay zeka küresel ekonomiye 15,7 trilyon dolar ek değer katabilir.
Ama aynı zamanda iş gücü, etik ve veri güvenliği açısından yeni eşikler de yaratacak. Bu yüzden mesele yalnızca teknolojinin kendisi değil; onu nasıl kullandığımız olacak.
Görünmeyen ilerleme çağı
Belki de bugünü tanımlarken “kriz çağı” demek kolay geliyor. Ama daha doğru tanım “görünmeyen ilerleme çağı” olabilir. Çünkü ilerleme manşetlere girmiyor; göze çarpmadan, ama milyonların hayatına dokunarak gerçekleşiyor.
Bunu en çok bilim ve teknolojide görüyoruz. Avrupa’da 19. yüzyıldan itibaren yapılan bilimsel çalışmalar, hijyenin temel kuralları, mikrop teorisinin kabulü, elektrik ve buhar gücünün yaygınlaşması, aşıların icadı bugün sıradan görünüyor.
Oysa musluktan akan temiz su, geceyi aydınlatan elektrik, antibiyotikler, ucuz ulaşım ve telefonlarımızda taşıdığımız hesap makineleri, insanlığın yaşam süresini iki katına çıkaran perde arkasında gerçekleşen devrimlerin ürünü.
Bugün de aynı döngünün içindeyiz.
Yapay zeka, tıpkı elektriğin 19. yüzyılda yaptığı gibi hayatımızı yeniden kurguluyor.
PwC’nin projeksiyonuna göre 2030’a kadar küresel ekonomiye 15,7 trilyon dolar ek değer katabilir. Ama bunu sadece iş süreçlerini hızlandıran bir teknoloji olarak değil; kanser teşhisinde hata payını düşüren, felçli bir hastanın konuşmasını yeniden mümkün kılan, enerji tüketimini daha verimli hale getiren radara takılmayan bir dönüşüm olarak düşünmek gerek.
Genom teknolojileri, geçmişte hayal bile edilemeyen bir noktada. İnsan Genomu Projesi’nin tamamlanmasının ardından, bugün kişiye özel tedavi, kalıtsal hastalıkların önlenmesi ve bireye özgü ilaç tasarımları artık laboratuvarın değil, kliniklerin konusu.
Enerji alanında ise, Uluslararası Enerji Ajansı 2050’ye kadar net sıfıra ulaşmanın hala mümkün olduğunu söylüyor.
Rüzgar türbinleri, güneş panelleri, lityum piller ve yeşil hidrojen yatırımları henüz manşetlerde iklim krizini durduracak bir başarı hikayesi yaratmadı. Ama tıpkı geçmişte aşılarda olduğu gibi, bugünün “deneysel” görülen çözümleri yarının sıradan gerçekleri olacak.
Cevap arka planda
Sorun şu ki, ilerleme alışkanlığa dönüşüyor. Bir nesil için “mucize” olan şey, sonraki nesil için “normal” haline geliyor. Bu yüzden başarıyı unutmamız kolaylaşıyor.
Eğer 200 yılda yoksulluğu yüzde 94’ten yüzde 10’a indirebildiysek, 100 yılda yaşam süresini iki katına çıkarabildiysek; bugün de yapay zekadan yeşil enerjiye, genetik tedavilerden dezenformasyonla mücadeleye kadar pek çok krizi çözebiliriz.
Ve işte belki de en umut verici gerçek bu: İnsanlık, aslında kendi başarı hikayesini unutmuş durumda.
Göze çarpmadan gerçekleşem ilerleme, insanlığın en güçlü refleksi. Ve bu çağın en umut verici gerçeği, belki de en büyük sorunlarımızın çözümünün çoktan laboratuvarlarda, atölyelerde, hatta şu an yazılım satırlarında filizleniyor olması.
Bu yüzden karşımıza çıkma ihtimali yüksek asıl soru şu olacak;
Geleceğin bu görünmeyen ilerlemesi hangi alandan doğacak? Yapay zeka mı, genetik tedaviler mi, yeşil enerji mi, yoksa henüz adını bilmediğimiz bir keşif mi?
Belki de yanıtı bugünden duyamıyoruz. Çünkü tarihte olduğu gibi, ilerleme çoğu zaman görünmeden başlıyor.