Nükleere evet ama akıllıca: Akkuyu’dan sonraki perdeyi doğru yazmak
Akkuyu Nükleer Santrali, yalnızca Türkiye’nin ilk nükleer enerji tesisi değil; aynı zamanda 70 yılı aşan bir gecikmenin, sayısız başarısız girişimin ve nihayetinde enerji arz güvenliğine duyulan stratejik ihtiyacın sembolüdür. Bu devasa yatırım, sadece elektrik üretimi değil; enerji diplomasisi, teknolojik kapasite, kamu güveni ve dış politika bağlamında da önemli mesajlar taşıyor.
Rosatom’un yüzde 100 sahipliğinde yürütülen projenin yüzde 49’luk hissesinin yeniden satışa çıkarılması, bize şu temel soruyu sorduruyor: Bu projeyi şimdiye dek nasıl yönettik – ya da yönetemedik? Ve asıl önemlisi: İkinci perdeyi nasıl daha akıllıca yazabiliriz?
70 yıllık gecikme: Neden bu kadar bekledik?
Türkiye’nin nükleer enerjiye ilgisi yeni değil. 1950’lerde ABD’nin “Atoms for Peace” programıyla başlayan süreç, Kanada’dan Fransa’ya, İsveç’ten Japonya’ya kadar birçok ülkeyle yürütülen ön anlaşmalar ve fizibilite çalışmalarıyla devam etti. Ancak her defasında ya siyasi, ya teknik, ya da finansal nedenlerle proje rafa kaldırıldı.
• ABD, Türkiye’nin nükleeri yalnızca enerji değil, stratejik özerklik aracı olarak kullanmasından kaygı duydu. “İranlaşma” riski sıkça dile getirildi.
• Kanada ve İsveç, güvenlik kaygılarını öne sürerek süreçlerden çekildi.
• Japonya ve Fransa, özellikle 2011 sonrası dönemde ticari riskleri ve kamuoyundaki nükleer karşıtlığını gerekçe gösterdi. Fransa’nın Sinop projesinden çekilişi bunun en çarpıcı örneğidir.
• Uluslararası nükleer sistem, Türkiye’ye zenginleştirme ve yakıt çevrimi gibi alanlarda kısıtlar getirdi.
Ancak yalnızca dış faktörler değil, Türkiye’nin iç yapısal eksiklikleri, kurumsal kapasite yetersizliği ve projeleri politik konjonktüre bağımlı kılması da bu gecikmenin temel sebeplerindendir.
Bu kısır döngüyü 2010’larda Rusya ile yapılan hükümetler arası anlaşma kırdı. Rosatom devreye girdi. Tıpkı Cumhuriyet’in ilk yıllarında Batı uzak dururken Sovyetler’in demir-çelik, alüminyum ve cam sanayimize yaptığı katkılar gibi, bir kez daha “doğudan” gelen yardım, Türkiye’nin tarihsel açmazını çözmeye aday oldu. Ancak bu çözümün bedeli de ağırdı: yüzde 100 yabancı mülkiyet, sınırlı yerli katkı ve kamu denetiminden uzak bir finansman modeli.
Akkuyu: Dev bir yatırım, zayıf bir model
Akkuyu projesi, yaklaşık 25–30 milyar dolar ile Türkiye tarihinin en büyük enerji yatırımı. Ancak bu büyüklük aynı zamanda riskin ve kırılganlığın da habercisi. Proje, enerji üretiminin ötesinde, Rusya ile kurulan “özel ilişki”nin jeopolitik yansıması haline geldi. Erdoğan-Putin zirvelerinde sürekli gündeme gelmesi de bunun göstergesi.
Şimdi Rosatom, yaptırımların etkisiyle yaşadığı finansman daralması nedeniyle yüzde 49’luk hissesini satmak istiyor. Bu, sadece ekonomik değil; aynı zamanda stratejik bir boşluğun da sinyali. İşte tam bu noktada Türkiye açısından bir fırsat penceresi açılıyor.
• Hisse alım sürecine Türk özel sektörü aktif şekilde dahil olmalı.
• Yerli sermaye ve kamu ortaklığıyla yeni bir kontrol yapısı inşa edilmeli.
• BOO (Build-Own-Operate) modelinin körü körüne tekrarı yerine, karma ve stratejik ortaklığa dayalı bir hibrit yapı kurulmalı.
Bu aynı zamanda sözleşmenin yeniden müzakere edilmesi, denetim ve karar süreçlerinde daha fazla Türk paydaşın yer alması için bir zemin hazırlayabilir.
Dünya nükleer trendi: Rönesans mı, risk mi?
2025 itibarıyla nükleer enerji dünya genelinde yeniden ivme kazanıyor. Enerji güvenliği, karbon nötr hedefler ve Rus gazına bağımlılığı azaltma arzusu nükleeri yeniden cazip kılıyor.
• Fransa, mevcut santrallerini yenileyerek EPR2 reaktörlerine yatırım yapıyor.
• ABD ve Kanada, Küçük Modüler Reaktör (SMR) teknolojisinde öncü. Hem düşük maliyetli hem de daha esnek altyapılar geliştiriyorlar.
• Çin, 2035’e kadar 150 yeni nükleer reaktör kurmayı planlıyor. Bu, tarihsel olarak eşi görülmemiş bir atılım.
• Suudi Arabistan, Kazakistan ve Mısır gibi yeni aktörler, nükleer enerjiyle jeopolitik etki sahalarını genişletiyor.
Bugün dünya elektriğinin yaklaşık yüzde 10’u nükleerden geliyor. Ama nükleer artık yalnızca enerji üretim biçimi değil; aynı zamanda iklim diplomasisi, teknoloji yarışı ve stratejik özerklik alanında da bir güç aracı.
Türkiye ne yapmalı? Sinop, Trakya ve sonrası için yeni bir çerçeve
Akkuyu başlangıçtı—ama asla ideal bir model olmadı. Türkiye’nin ikinci ve üçüncü nükleer projelerinde, geçmişte yapılan hatalar tekrarlanmamalı.
• Tek tedarikçili, kapalı yapılar terk edilmeli. Rekabetçi, çok taraflı iş modelleri teşvik edilmeli.
• Çin ve Güney Kore gibi teknoloji sağlayıcıları, güvenlik, inşaat ve reaktör tasarımı gibi alanlarda değerlendirilmeli. Batılı aktörler de otomasyon ve denetim süreçlerinde yer almalı.
• Teknoloji transferi, yerli mühendis istihdamı, ekipman üretimi gibi alanlar açıkça sözleşmeye bağlanmalı.
• Kamuoyu güveni, nükleer başarının temelidir. Şeffaflık, yerel katılım ve bağımsız denetim mekanizmaları oluşturulmalı.
• Nükleer enerji, yeşil dönüşüm, yenilenebilirlerle entegrasyon ve dijital enerji yönetimi ile birlikte düşünülmeli.
Ayrıca SMR’ler, Türkiye için yeni bir oyun alanı. Sanayi bölgeleri, ada ve izole şebekeler için bu düşük kapasiteli ama esnek reaktörler ciddi bir alternatif oluşturabilir.
Sonuç: Nükleere evet ama akılla, ortak akılla
Türkiye’nin artan enerji talebi, fosil kaynaklara olan bağımlılığı ve dışa açık enerji fiyatlarına duyarlılığı göz önünde bulundurulduğunda, nükleer enerjiye “hayır” deme lüksü kalmamıştır. Ancak bu “evet”, ne kör bir bağımlılık, ne de ideolojik bir savunuyla verilmemelidir.
Artık nükleerde şu beş temel ilkeye göre ilerlemeliyiz:
1. Egemenlik ve yerli kontrol: Finansman ve mülkiyet kadar karar süreçlerinde de söz sahibi olmak.
2. Şeffaflık ve toplumsal güven: Halkı ikna etmeden, nükleeri sürdürülebilir kılamayız.
3. Çeşitlilik ve rekabet: Farklı ülkelerle stratejik ortaklıklar kurarak teknoloji ve sermayede riskleri dağıtmak.
4. Entegrasyon ve esneklik: Nükleeri, yenilenebilirler ve dijital altyapılarla bütünleştirmek.
5. İleriye bakış: SMR gibi yeni teknolojileri, sadece izlemek değil, geliştirmenin de bir parçası olmak.
Aksi halde, enerjide bir çağı kapatırken diğerini yanlış temellerle açmış oluruz. Oysa Türkiye, nükleeri sadece enerji üretiminde değil, yeni bir kalkınma hikâyesinde stratejik bir kaldıraç olarak kullanabilir. Yeter ki akılla, ortak akılla hareket edelim.