Fransa’da kriz, Avrupa’da çatlak: Türkiye için ne demek?
Paris’te patlak veren siyasi kriz, yalnızca Fransa’nın iç meselesi değil, Avrupa’nın ve Türkiye’nin geleceğini de yakından ilgilendiriyor.
Başbakan François Bayrou’nun 25 Ağustos’ta açıkladığı güven oylaması kararı, iki yıl içinde üçüncü kez başbakanın devrilme ihtimalini gündeme getirdi.
Siyasi belirsizlik, finansal piyasalara da anında yansıdı: Fransız 10 yıllık tahvil faizleri, Alman Bund’larına kıyasla 0,69’dan 0,73’e sıçradı. Banka hisseleri ortalama yüzde 6 değer kaybetti. Bu tablo, Avrupa’nın unuttuğu bir gerçeği yeniden hatırlatıyor: kıtanın iki ana motoru Fransa ve Almanya teklemeye başladığında, bütün Avrupa sallanıyor.
Avrupa motorunun arızası
Fransa 2024’te yüzde 1,1 büyüme kaydetti; Paris Olimpiyatları hizmet sektörüne ve tüketime geçici canlılık kattı. Ancak IMF’ye göre 2025’te büyüme yüzde 0,6’ya, 2026’da ise yüzde 1 civarında sınırlı toparlanmaya inecek. Kamu borcu GSYH’nın yüzde 116’sına ulaşmış durumda; 2026’da yüzde 118’in üzerine çıkması bekleniyor. İşsizlik yüzde 7,6 seviyesinde, genç işsizliği ise yüzde 17’yi aşmış durumda. Cari işlemler açığında bu yıl yüzde 5,4 hedefleniyor. Fransız ekonomisinin kırılganlığını artıran bu göstergeler, ülkeyi piyasaların gözünde “Avrupa’nın yeni hasta adamı” haline getiriyor.
Almanya da farklı bir durumda değil. 2024’te ekonomi yüzde 0,2 daraldı. 2025’in ikinci çeyreğinde yüzde 0,3 küçülerek resesyona girdi. Sanayi üretimi 2018’e kıyasla yüzde 9 gerilemiş durumda. Enerji maliyetleri sürekli yükseliyor, rekabet gücü azalıyor ABD ve Çin karşısında. Kamu borcunun GSYH’ya oranı yüzde 62,5; 2026’da yüzde 64,7’ye çıkması bekleniyor.
Uzun yıllar “dünya ihracat şampiyonu” olan Almanya, şimdi Çin’in rekabeti ve enerji krizinin mirasıyla ciddi sarsılmış halde.
Euro Bölgesi genelinde de tablo farklı değil. Avrupa Merkez Bankası, durgunluğu aşmak için 2024 sonundan bu yana faizleri dört kez indirerek yüzde 2,75’e çekti. Ancak parasal genişleme dahi büyümeyi tetikleyemiyor.
Kısacası, Avrupa motorunun iki kanadı da arıza veriyor.
Macron sonrası dönem ve Le Pen’in gölgesi
Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un popülaritesi hızla düşüyor. Onay oranı yüzde 21–27 aralığında; memnuniyetsizlik yüzde 70’lere varıyor. Reform vaatleri rafa kalkmış durumda.
Dahası, anayasal sınır nedeniyle 2027’de üçüncü kez aday olamayacak. Kalan iki yılı, “küçük Napolyon” için devrimci projelerden çok mirasını koruma mücadelesi olacak. İşçiler fırsat buldukça grevden geri durmayacak.
Öte yandan Marine Le Pen’in Nisan 2025’te aldığı mahkûmiyet kararıyla beş yıl boyunca seçimlere katılması yasaklandı. Bu, aşırı sağın etkisini azaltmak yerine tabanında mağduriyet duygusunu büyüttü. Sokaklara taşan göçmen karşıtı gösteriler, RN hareketinin hâlâ güçlü olduğunu kanıtladı.
Le Pen’in yokluğunda genç lider Jordan Bardella öne çıkıyor. Anketler, Le Pen’in yasak öncesi yüzde 37’ye kadar çıkan oy potansiyelinin Bardella ile korunabileceğini gösteriyor.
Bu tablo, Fransa’da ve Avrupa genelinde siyaset sahnesini yeniden şekillendiriyor. Göçmen karşıtlığı daha yüksek sesle dile getirilecek; kimlik siyaseti daha daraltıcı hale gelecek; aşırı sağ, Avrupa’nın ana akım gündemini belirleyecek.
Türkiye için sonuçlar
Fransa ve Almanya’daki bu çöküş, Türkiye açısından üç boyutlu okunmalı.
Birincisi ekonomi. Türkiye ihracatının yüzde 41’ini AB’ye yapıyor. Avrupa’daki durgunluk, doğrudan Türk sanayisini, üretimini ve istihdamını etkiliyor. Yine de Fransa ve Almanya, Türkiye’de hâlâ en büyük yatırımcılar arasında. Yaklaşık 7 bin Alman sermayeli şirket, Türkiye’de faaliyet gösteriyor. Mercedes-Benz Türk’ün İstanbul ve Aksaray’daki üretim merkezleri, MAN’ın Ankara’daki otobüs fabrikası, Bosch’un Bursa ve Manisa’daki tesisleri, Siemens’in enerji ve sağlık yatırımları, Allianz’ın sigorta sektöründeki ağı, Metro Group’un perakende zincirleri Alman sermayesinin görünür örnekleri. Fransa’dan ise 1.600’den fazla şirket Türkiye’de aktif. Renault’nun Bursa’daki Oyak ortaklığı, TotalEnergies’in enerji yatırımları, BNP Paribas’ın TEB üzerinden bankacılıktaki varlığı, AXA’nın sigortadaki liderliği, Sanofi’nin ilaç yatırımları, Carrefour’un perakendede, Danone’nin gıdada ve L’Oréal’in kozmetikteki faaliyetleri, Fransız sermayesinin köklü varlığını gösteriyor.
İki ülke birlikte Türkiye’deki yabancı yatırım stokunun yaklaşık dörtte birini temsil ediyor.
İkincisi siyaset ve diplomasi. Avrupa liderlik boşluğu yaşarken Ankara sahada el yükseltiyor. Doğu Akdeniz’den Kafkasya’ya, Libya’dan Afrika’ya kadar Türkiye’nin hamleleri Brüksel’de daha fazla dikkate alınmak zorunda kalıyor. Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisi hâlâ çözülememiş dosyalar olsa da, Avrupa’nın Türkiye’ye olan ihtiyaç duygusu belirginleşiyor.
Üçüncüsü toplum ve güvenlik. Fransa’da ve Avrupa genelinde yükselen aşırı sağ, Türk diasporası için doğrudan risk. Irkçılığın artması, göçmen kökenli milyonlarca Türk vatandaşının yaşamını zorlaştırabilir. Bunun yanında Avrupa güvenlik stratejisinde Ankara’nın önemi artıyor. Enerji ikmal güvenliğinde de Türkiye, Avrupa için vazgeçilmez bir denge unsuru haline geliyor.
Sonuç
Fransa’daki kriz ve Avrupa’daki çatlak, Türkiye için sadece seyredilecek bir gelişme değil; risk ve fırsatların iç içe geçtiği bir dönemi işaret ediyor. Risk, ticaret ve yatırım kanallarının daralması, diasporaya yönelik baskıların artması. Fırsat ise Avrupa’nın zayıflayan liderliğini dengeleyebilecek, bölgesel ve küresel etkisini yükseltebilecek bir Türkiye profili.
Ankara’nın önünde iki yol var: Ya bu sarsıntının bedelini ödeyecek ya da boşalan alanları kendi gücü oranında doldurarak “dengeleyici ortak” rolünü üstlenecek. Avrupa sallanırken Türkiye’nin elini güçlendirecek olan, akılcı stratejiler ve uzun vadeli vizyon olacak.